Makale

Güzel Sanatlar

Güzel Sanatlar

Mahmut Bedreddin Yazır’ın pek kıymetli eseri Kalem Güzeli’nden bir bölüm..   GÜZEL SANATLAR Güzel sanatlar insanda meftunluk ve hayranlık uyandıran san’atlardır ki gerçekleştirdikleri eserler ancak, hayat ve tabiatın ince bir duygu ve üstün bir sezgiye dayanan ayrı bir görüşle görülebilmesiyle meydana çıkarlar. Felsefe ve estetik tarihinde çeşitli tertiplere uğramış olan güzel sanatlar, Hegel’e göre sırasıyla “Mimarlık, heykeltraşlık, resim, müzik ve şiir olmak üzere beştir.” Bu tertipte, sanatın mimarlıktan şiire doğru yükseldiği, maddenin hafiflediği, ruhun derinleştiği, maddenin rûha doğru bir yükselişi görülür.” Bu yükseliş, insan ruhundaki tekâmül seviyelerinin birer ifadesi bulunması îtibariyle dikkati çeken bir mahiyeti hâizdir. İradesiyle maddeden tecerrüt etmesini bilmeyen ve tecerrüt edemeyen bir ruh, maddenin emri altında kalacağından irâdi tekâmüle eremez. Bilgi ve duygusunu fiilî ve amelî ve güzel bir sûrette tatbik etmek demek olan sanat lehinde, maddeyi emri altına alamayacağından güzel sanat seviyelerine de yükselemez. Halbuki güzel sanatların ve hatta umumî olarak sanatların asıl hedefleri, ruhlara maddeden irade ile sıyrılmayı ve ona dönüp daha ileri ibdâlar ve gayeler lehinde emri altına almayı öğrenerek irâdî tekâmülün yollarını açmak olduğundan, beşer ruhu ideal güzelliklere ve metafizik estetiğe ne kadar vâkıf olursa, ibdâ kuvveti o kadar hareketli, velûd ve maddÎ eşyayı emrinde kullanmak melekesi; daha ileri gayelere çevrilmek imkânını kazanacağından, gerçekleri yeni yeni ibdâlarıyla değiştire değiştire, fert ve cemiyet hayatının yükselmesine ve olgunlaşmasına daha iyi hizmet etmiş olur.

detaylı bilgi
Sanat ve Din İlişkisi Üzerine

Sanat ve Din İlişkisi Üzerine

Gerek sanat gerekse din, insana ait çok güçlü duygular olup, insanoğlunun var olduğu günden bugüne hayatın önemli bir parçası olmuşlardır. İnsana has olan bu iki duygu, her toplumda ve her çağda birbiriyle sıkı ilişkiler içinde olmuştur. Toplum fertlerinin, manevî değerlerinden kaynaklanan düşünüş ve yaşayış tarzının olması ve sanatın toplumsal bir hadise olması, bu etkileşimi kaçınılmaz hale getirir. Bu açıdan sanatkâr, inanç ve kültürü ile, içinde bulunduğu toplumun bir meyvesidir. Sanatkârın ruhunu ve hislerini yoğuran, sanat eseri oluşturacak ilhama yön veren, onun yaşadığı toplumun inanç değerleri ve kültürüdür. Bunun sonucu olarak sanatçı, içinde yaşadığı toplumdan aldıklarını kendi dimağında yoğurup, şekillendirip, topluma sanat eseri olarak iade eder. Ve yaptığı eserle toplumun manevi önderi, ruhlara gıda veren gücü haline gelir. İnsanlar o eserde yaratıcı his ve ideal bulur. Bu yüzden sanatçı ile, ortak inanç ve kültüre sahip olan toplumu arasında sürekli bir döngü vardır. Bir toplumun inanç değerleri, geçmişi, dini anlaşılmadıkça o toplumdan çıkan sanat ve sanatçı da tam olarak anlaşılmaz.  Sanat insanlığın ortak dili olmakla beraber, toplumların sanatları arasındaki renklilik ve çeşitlilik, din ve kültür faktörününden kaynaklanmaktadır. Nitekim   Aliya İzzet Begoviç; "İlim, astronominin çocuğu (Bergson) olduğu gibi, sanat da dinin çocuğudur. Eğer yaşamak istiyorsa sanat, tekrar tekrar bu kaynağına dönmeğe mecburdur.” sözleriyle bu ilişkiyi çok güzel ifade etmiştir. Bu yüzdendir ki ortak kültür ve inanca sahip insanlara, kendi inancının ışığında zuhur etmiş bir sanat eseri, daha fazla hitap eder.   inanç ve sanat ilişkisi, gelmiş geçmiş her toplumda ve her inançta açık bir şekilde varolmuştur. İslamın etkisi nasıl Hat, tezhip, ebru gibi sanatlarda kendini gösteriyorsa, diğer milletlerin sanatında da kendi inançları o kadar etkilidir. Yüzyıllar boyunca batılı sanatçılar aynı dinî heyecanla, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in, meleklerin ve diğer peygamberlerin heykellerini yapa gelmişlerdir.  Rönesans'ın en büyük sanat eserlerinde hemen hemen istisnasız dinî konular işlenmiştir. Antik Mısır’da sfenksler, kutsal ve keskin kurallarla yaşatılan Hint Sanatı, Kızılderililerin dinî törenler esnasında kum üzerine renkli resimler çizmeleri, din-sanat ilişkisinin gücüne birer örnektir. Aynı etki mîmarî alanda da göze çapmaktadır. İslamda olduğu gibi diğer milletlerde de gündelik yaşam alanlarından ziyade dinî yapılarda tezyînat ve sanat göze çarpmaktadır. Kilise ve bazilikalara,tapınaklara yapılan ihtişamlı cepheler, oymalı işlemeli sütunlar, ikonlar ve fireskler dîni duyguların sanattaki gücünü sembolize eder.  Mimarî sanat, istisnasız her kültürde en yüksek dereceye mabetlerde ulaşmıştır. Bu, Hindistan ve Kampuçya'daki iki bin senelik tapınaklarda, İslam dünyasında camilerde, Kolumb öncesi Amerika'nın mabetlerinde olduğu kadar, 20. asırda Avrupa ve Amerika'da inşa edilen kiliselerde de geçerlidir. Dinin sanatla bu denli içiçe olmasının bir sonucu olarak, Doğu sanatıyla Batı sanatı arasında her şeyden önce, dinden veya dini anlayıştan kaynaklanan temel bir farklılığın olması gerekir. Nitekim islama mensup toplumlarda heykel sanatının rağbet görmeyip yayılmaması, islamın heykele olumsuz yaklaşımı ile açıklanabilir. Aynı şekilde Hat sanatı tamamen  din kaynaklıdır. Bu bağlamda İslam medeniyetinde dinî ve içtimaî ihtiyaçların biçimlendirdiği sanat dalları arasında, hat sanatının İslamın sembolü ve en güçlü ifadesi olması bakımından ayrı bir yeri vardır. Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde yazma gayret ve heyecanı sonucu Hat Sanatı neşvünema bulmuştur.  Bu yüzden hat sanatı oluşumu bakımından hem diğer İslam sanatlarından hem inançtan etkilenen diğer milletlerin sanatlarından ayrı bir yerdedir. Bu nedenledir ki Hat sanatı, diğer bazı süsleme sanatlarının doğuşuna da vesile olmuştur.   Arap yazısını herhangi bir alfabe olmaktan çıkarıp, Hüsn-i Hat olarak sanat seviyesine yükselten etki, kutsallıktır. İslamın yazıya, kaleme verdiği değerin ve onları kutsal kabul edişinin bir meyvesidir Hat sanatı. İnsanın içinde var olan sanat duygusu ile de yoğrulunca ortaya asırlara meydan okuyan eserler çıkmıştır. Dinin insana güzel olanı teşvik etmesinin yanı sıra, insan güzele meyyal olarak yaratılmıştır. Güzel ses, güzel yüz, güzel bir doğa karşısında heyecanlanmamız, ruhumuzu hoş duyguların  kaplaması tabiatımızda vardır. İslam insanın içinde var olan bu  bediî duygulara yön verip sanatın tezahür etmesinde teşvik edici rol oynar. Aynı zamanda sanatlı yaşamayı, her işimizi güzel yapmayı tavsiye eder. Nitekim renk ve biçim güzellikleriyle süslenmiş kainat, devasa bir sanat eseridir. Ve bu yüce dinin peygamberi “Allah güzeldir, güzeli sever” buyurur. İslam insanlara hayatın her alanında güzelliği yaşatmasını ve diğer insanlara güzel yaşayışıyla örnek olmasını tavsiye eder. Bu doğrultuda bir müslüman hassas, duyarlı, her daim güzeli arayan ve güzeli gören ince bir ruha sahip olmalıdır. İslamın bu tavrı, sanatı ve sanatçıyı destekleyici, teşvik edici bir kuvvettir. Yeryüzünde insanları en fazla etkileyen, yüzyıllar boyunca kendine hayran bırakan şaheserlerin çoğu, dini duygularla,inancın gücü ve enerjisiyle ortaya konmuştur. Sanatkârlar bu duygularla günümüze kadar şaheserler oluşturmuştur. Bundan sonra da inancın esintileri sanatkârların kulağına ilham fısıldamaya devam edecektir.                                                                                                             Tuba Ruhengiz Azaklı 

detaylı bilgi
Kamil odur ki; koya dünyada bir eser, eseri olmayanın yerinde yeller eser

Kamil odur ki; koya dünyada bir eser, eseri olmayanın yerinde yeller eser

                                                                                                                                                                                                                             (Hz. Mevlana) İ.Ü. Klasik Türk Bezeme Sanatlar Atölyesi tarafından hazırlanan, “Hanım Sultanların Ebedi Nakışları” sergisini gezerken, bir eserin üzerindeki Osmanlı Türkçesiyle yazılmış olan yukarıdaki ibare dikkatimi çekti. Doğrusunu söylemek gerekirse beni hayli etkiledi ve düşündürdü. Birden kendimi çok ama çok şanslı hissettim. Çünkü yıllarım bu tarz eser bırakan sanatkârların çevresinde geçmişti. Bir anda şiir, mûsikî, edebiyat, sanat, ilim, irfan sahibi birçok değerli şahsiyet gözümün önünden geçti. Bir kısmı çoktan ebediyete göç etmiş olsalar da sohbetleri, söyledikleri hâlâ kulaklarımdaydı... Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin “cancağazım” diye insanı adeta kucaklayan sözleri… “Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım Öyle bir an geldi ki mehtab seni sandım Sevgili rüyana mı aldın beni bir dem Öyle bir an geldi ki mehtab seni sandım” hüzzam şarkı, bestekârı Semahat Özdenses’in kendi sesinden kulaklarımda ve rûhumda yankılanmakta… Prof. Dr. Beynun Akyavaş’ın “Çalar Saati”nden hafızama kazınmış güzel satırlar… Kibarlık ve beyefendilikte en güzel örnek Sabahattin Zaim Hoca’yı nasıl unutabilirim… Keza ismiyle özdeşleşmiş Hattat Hasan Çelebi’nin asil duruşu ve çelebiliği… Daha niceleri, ilim ve sanatlarının gerektirdiği ağır başlılık, zarafet ve vakar ile bütünleşip, bizlere de örnek teşkil etmekteler. Dolayısıyla yazının başında bulunan, Hz. Mevlâna’nın işaret ettiği kâmil insan olma vasfını eserleriyle isbatlamış nadide insanlar hepsi de… Bütün bu güzel insanları ve güzelliklerini Üsküdar’da tanıdım, Üsküdar’da yaşadım. İlim ve sanat erbâbının buluşma noktası Üsküdar’da... İlim, kültür ve sanat Üsküdar’a yakışıyor ve özellikle sanat, dönüp dolaşıp Üsküdar’ı buluyor. Belki de Üsküdar’ın kadim İstanbulluluğu, bir hanım zarafetiyle gelenleri kucaklaması ve ilham membaı olması bu buluşmaya zemin hazırlamakta… Üsküdar demek; mor salkım demek, Üsküdar demek; selvi gölgesinde Hattatlar Sofası demek, Üsküdar demek; Kız kulesi demek, Üsküdar demek; lâle demek, Üsküdar demek; ebrû sanatının membaı demek, Üsküdar demek; ilim demek, kültür demek, sanat demek… Elini her attığında bir sanatçıya dokunmak, attığın her adımda bir sanatçı ile kucaklaşmak demek… Üsküdar demek rûhunu huzûra kavuşturacak ilim meclislerine, sanat faaliyetlerine yakın olmak, ister istemez kendini içinde bulmak demek… İşte, İstanbul Klâsik Sanatlar Merkezi; bütün bu özellik ve güzellikleri müşahade edebileceği, sanat faaliyetleri ve seminerlerle gönüllerin zenginleşeceği bir eğitim mekânı olarak, Üsküdar’a yakışır bir güzellikte, karşımızda. Osmanlı’nın zarafetini, İstanbul’un inceliklerini, Üsküdar’ın sehâvetini hem sanatta hem de rûhumuzda yaşamak ve yaşatmak üzere… Altı katlı binada; hat, tezhip, ebrû, minyatür, ká¾±tıÊ», cilt, çini, naht, kalemişi, kakma, Edirnekârî, kündekârî vb. sanat eserlerinin sergilendiği galerinin yanı sıra, bu sanatlarla ilgili eğitim ve seminerlerin verileceği salonlar bulunmakta. Yapılacak eğitimlerle sanat öğretmekle birlikte, medeniyetimize vâkıf, bizi biz yapan değerlerle donanmış, eserlerine gönül zenginliklerini yansıtabilecek bireyler yani gerçek sanatkârlar yetiştirilmesi hedeflenmekte… Hattat Ahmet Zeki Yavaş’ın bu güzel gâyelerle kurmuş olduğu merkez; sanata, sanatçıya ve sanat öğrenmek isteyene verilen değeri gözler önüne serercesine itina ile döşenmiş ve sanatseverleri kucaklamaya hazır beklemekte… Günümüzde klâsik sanatlarımızın hâmisi olmayı amaçlayan İstanbul Klâsik Sanatlar Merkezi’ne girdiğinizde sanatın huzur iklimi sizi sarıyor. Eserlerin ruh halinize yansıması, sanatın insana çok şeyler katabileceğini düşündürüyor size... Yaşayan sanatkârların en nâdide eserlerini, bu galeride seyrederken rûhunuzun kanatlandığını hissediyorsunuz. Bu hissiyatı devam ettirmek, yaşamak ve yaşatmanın yolu da, güzelliklerle dolu merkezin eğitimlerine katılmaktan geçiyor. Sanatı edep ve erkânıyla öğrenip, kemalâta eren sanatkârların yetişerek ölümsüz eserler bırakması dileğiyle…                                                                                                                                                                                                                                                                 Belgin Bolu

detaylı bilgi
ÇİÇEK DERMAN HOCAMIZLA TEZHİP SANATI ÜZERİNE SOHBET

ÇİÇEK DERMAN HOCAMIZLA TEZHİP SANATI ÜZERİNE SOHBET

-Çiçek Derman Hocam, tezhip sanatıyla ne zaman ve nasıl tanıştınız?  -Tezhip sanatıyla, Dr. Süheyl Ünver hocamın Bayezid’deki Merkez Bina’da bulunan atölyesinde, liseyi bitirdiğim 1962 yılında tanıştım. Bu sanata hayranlığım ve muhabbetim bugüne kadar artarak devam etti ve 43 yılını tamamladı. Bunca yıl sonra şuna inanıyorum ki; sanat, eğer severek yapılırsa insana hayat verir, ama neticeye varmak istiyorsanız, sizin de ona hayatınızı vermeniz icâb eder.   -Sanat görüşünüzü anlatır mısınız? -Sanat, Allah’ın bazı kullarına nasip ettiği bir kabiliyettir. Tabi ki eğitim ile bu meziyet geliştirilmelidir. Ama ne kadar eğitim görürse görsün, eğer kabiliyeti yoksa netice almak imkânsızdır. Gelenekten gelen izleri koruyarak, ama bu günün zevkiyle eser verilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü gelenek dünü olan demektir. Bugün de var olması, çağın ihtiyaç ve zevkiyle yoğrularak mümkün kılınabilir. Kanaatimce, sanata yüzyılların kazandırdığı ana kaideler her zaman korunmalıdır. Sanat, asırlara rağmen kalıcı olandır. Klasik sanatlarımız içinde bin yıldan fazladır varlığını sürdüren Tezhip Sanatı, uzun bir zaman, sabır ve kabiliyet ister. Bu sanatın uygulamasında kullanılan yegâne âlet fırçadır. Ama o fırça şayet ehil elde olmazsa, eser meydana getirmek imkânsızdır. Fırçaya aklınızın yanında eğer gönlünüzü de katmazsanız neticeye varamazsınız. Bence Sanat ibâdet hazzıyla gerçekleştirilirse alınan sonuç muhteşem olur. -Sizce sanatkâr nasıl olmalıdır? -Sanatkâr, kendisinde var olan bu kābiliyetin emânet olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Büyüklenip gurura kapılmak yerine, bunu her an kaybedebileceğini düşünerek bu emaneti geliştirmeli ve çok iyi korumalıdır. Kendisine verilenin şükrü içinde olmalıdır. Dedelerimiz kendisine daima tabiatı örnek almıştır. Eserini hazırlarken sadelik içinde güzelliği aramış ve tabiata ters düşmemeye gayret etmiştir. Dr. Süheyl Ünver Hocamız bizlere sık sık şu örneği verirdi: “Çevrenizdeki meyve ağaçlarına bakın. Bir kiraz veya portakal ağacı düşünün. Dalları mis kokulu çiçeklerle veya meyvelerle dolu olsun. Böyle bir ağacın yanından gelip geçenlere bağırdığını hiç duydunuz mu? Ama lisân-ı hâl ile: –Koşun, gelin, bakın ne güzel kirazlarım var, mis gibi kokan meyvelerim var. Çiçeklerimin rengine, kokusuna gelin. Başka nerede böyle güzeli bulunur?” demektedir. İşte hakîki sanatkâr da eserini tabiattaki gibi sessiz sedasız vermelidir. Reklâma ihtiyacı yoktur. Az da olsa, farkına varıp değerini bilenler bulunur. Rikkat Kunt Hocam da bizlere sık sık ; “Sanatınızı üzerinizde taşıyın. Bu, eser vermekten daha zordur. Ahlâkın bezenmesi, esas hedefiniz olmalıdır.” diye nasihat ederdi. Hocam Muhsin Demironat da “Sanat ahlâkın tasfiyesidir.” derdi. Sanatla uğraşan kötülük yapmaz, kimsenin kuyusunu kazmaz. Bütün gayesi daha güzeli, daha iyiyi bulmak içindir. -Eser yaratırken nasıl bir ruh hâli içinde olursunuz? -Bizlerin birer ayna vazifesi görerek, eser yarattığımıza değil, yansıttığımıza inanıyorum. Yaratmak sadece Allah’a mahsustur. Kanaatimce sanatkâr, tabiatın içinde ezelden vâr olan güzelliği bulup ortaya çıkarandır, yâni keşfedendir. Sanat, tabiatın içinde gizlidir. Ama ortaya çıkması için insana ihtiyacı vardır. İşte bu güzelliği ortaya çıkararak dokunulabilir, görülebilir ve duyulabilir hâle getiren sanatkârdır. Nitekim Türk sanatkârı tabiatı örnek alarak desen hazırlarken de aynen kopyadan kaçınmış, üslûplaştırarak çizmiştir. Bu yolun sanat dünyasında bir dönüm noktası olduğuna inanıyorum. Ne tabiat aynen kopya edilmiş, ne de tamamen zıt düşen şekiller çizilmiştir. Lâkin esere bakıldığında hem tabiatı, hem de sanatkârı görmek mümkündür. -Günümüzde Tezhip Sanatının uygulanışı hakkında neler dersiniz? -Arapça’da “altınlamak” mânâsına gelen tezhip kelimesi, zahmetlice ezilerek fırçayla sürülecek hâle getirilmiş olan varak altın ve muhtelif renklerin kullanılmasıyla gerçekleştirilen bir kitap sanatıdır. İsminden de anlaşılacağı üzere asıl maddesi hakiki varak altındır. Tezhip, mutlaka altın ile yapılmalıdır. Günümüzde altın yerine kullanılan yaldız aynı neticeyi vermemektedir. Bir de tezhipde iyi netice almak için âharlı kâğıt kullanılmalıdır. Bunların yanı sıra en önemli noktalardan biri de tasarım ve işçiliktir. Bu ikisi bir arada olduğu zaman, gerçekleştiren kimse eserin sahibi olur. Sanat olabilmesi için tasarım şarttır. Konuşmamın başından beri bu sanatın uzun zaman isteyen zor kazanılan bir sanat olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Şimdilerde üç aylık kurs görüp kartvizitine “müzehhip” diye yazdıranlar var. Sanatta son noktaya ulaşmak için insan ömrü kâfi değildir. Ben hâlâ öğrenmeye çalışıyorum. Zaten “oldum” dediğiniz an, geri dönmeye başlarsınız. Sanat, yapana önce edeb, sonra da sabır kazandırmalıdır. Şan, şöhret ve para için sanat yapılmaz. Özellikle gelenekli sanatlar, tarihimizde benliği yok etmek için basamak olarak kullanılmıştır. Hakîki sanatkâr olmak eğer gâyemiz ise, bu sanatı öğrenmek isteyen gençlere şu sözlerimle seslenmek istiyorum; Sanat vakıf gibidir, tâlibine karşılıksız öğretilir ve verdikçe artar. Sanatınızı, bir çocuk yetiştirir gibi özenle geliştirin. Aksi halde sıradan bir sanatçı olursunuz. Tarihimizde sanatkâr eserini satar, fakat sanatını satmaz. Öğrenen, hocasının hakkını, sanatı bozmadan kendinden sonraki nesle öğreterek öder. Bu anane sanatın bozulmadan bugüne kadar devamını sağlamıştır ve sadece gelenekli sanatlarımız için geçerlidir. Bu sebeple, hoca-öğrenci münasebeti 3-5 yıllık değil, ömür boyudur. Asırların koyduğu bu gelenek, bugün Kubbealtı Nakışhanesi’nde aynen devam etmektedir.   ***** Sanatın bütün güzelliklerinin şahsiyetinde toplandığı Prof.Dr Çiçek Derman hanımla sanat üzerine yapılan bu söyleşinin üzerinden birkaç yıl geçmiş olsa da aynı enerji ve aynı düsturla yeni sanatkârlar yetiştirmek üzere İstanbul Klasik Sanatlar Merkezindeyiz. Tek gayemiz iyi sanatkârlar yetiştirmek. Kendisi de hat sanatkârı olan, Ahmet Zeki Yavaş’ın kurduğu bu merkez adeta bu amacın mümessili konumunda..Ne diyelim eskilerin dediği gibi “Sa'yiniz meşkur olsun”                                                                                                                    İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi

detaylı bilgi
Süheyl Ünver Anılıyor

Süheyl Ünver Anılıyor

Son devrin önemli aydınlarından, hekim ve sanat adamı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, vefatının 27. yılında anılıyor.   İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni – Kültür Servisi Süheyl Hoca için söylenecek çok söz; yazılacak çok kelam var. O bir tarihçi, şehir tarihçisi, İstanbul, Bursa ve Edirne Tarihçisi... Hoca, hocaların hocası, üniversite hocası. Bugün, son devrin meşhur entelektüellerinden, hekim ve sanat adamı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver'in vefatının 27'ıncı yıl dönümü... Geleneğe Vefa Derneği, bugün tertip ettiği merasimle Süheyl Hoca'yı Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığındaki mezarı başında dualarla yâd edildi. Osmanlı kitap sanatlarına yaptığı katkılar, kazandırdığı eserler ve isimlerle tanıtan araştırmacı, yazar, müzehhip, ebrucu, hattat, tıp âlimi Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver vefatının 27'inci sene-i devriyesinde yakınları, talebeleri ve sevenleri tarafından anılarak hayır ve rahmetle yâd ediliyor.   SANATKÂR, ARŞİVCİ, MÜŞFİK BİR ÜNİVERSİTE HOCASI Süheyl Hoca için söylenecek çok söz; yazılacak çok kelam var. O bir tarihçi, şehir tarihçisi, İstanbul, Bursa ve Edirne Tarihçisi. Hoca, hocaların hocası, üniversite hocası... Bilim insanı, tıp tarihçisi, ressam, müzehhip, minyatür ustası, katı sanatkârı, arşivci, araştırmacı, yazar, şair, vefakâr bir dost, müşfik bir aile reisi. Akl-ı selim, tab-ı müstakim bir Müslüman. O, Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver. Geleneksel Sanatlara ve irfanımıza yaptığı katkılar yanında, Dermatoloji-Zührevi hastalıklar ile Dâhiliye uzmanlığı gibi çift ihtisas sahibi olan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver; Tıp Tarihi Kürsüsü'nün de kurucusudur. Osmanlıcayı saymıyoruz. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Süheyl Ünver Merhum, Türk Tarih Kurumu başta olmak üzere 18 bilimsel kurulun üyeliğinde bulunmuş. Yüzlerce makalesi ve kitabı bulunan Süheyl Hoca'nın defterleriyle birlikte imzasını taşıyan makale, kitap ve kitapçık sayısı 2 binin üzerinde. Süheyl Hoca, unutulmaya yüz tutan katı' sanatına can suyu taşıyan nevi şahsına münhasır kabiliyetleri olan bir üstattır. Süheyl Hoca, İslâm Türk sanatlarının Osmanlı'dan Cumhuriyet'e aktarılmasına vesile olan isimlerin başında gelmektedir. Onun belki de en büyük hizmeti Fatih Sultan Mehmet Han döneminde Topkapı Sarayı'nda kurulan Fatih Nakkaşhanesi'nin Cumhuriyet döneminde tekrar açılmasını temin etmesi olarak gösterilebilir.   TOPKAPI SARAYI NAKKAŞHANESİNİ İHYA ETTİ Yüzyıllar boyunca Topkapı Sarayı'nda Osmanlı cihan devletinin kitabiyat hizmetlerini görerek, medeniyetimize birbirinden âlâ eserler kazandıran Fatih Nakkaşhanesi'nde onlarca müzehhip, hattat, cilt ve kâğıt ustası, ince bir zevki özenle işleyerek sarayın kitabiyat hizmetlerini yerine getiriyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kapısına kilit vurulan Nakkaşhane 1950'li yılların sonundan itibaren tıp âlimi, müverrih, sanat araştırmacısı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver'in girişimleriyle tekrar mürekkep ve fırça ile buluşarak kamış kalemin zikir sesine kavuşmuştur. Hâsılı, Süheylh Ünver Merhum'un muazzam gayret ve emekleriyle öz sanatlarımız bugün bulunduğu yere gelmiştir. Sühely Hoca'nın İslam-Türk sanatları ile meşgul olduğu yılların siyasi ve ekonomik konjonktürel ortamı günümüzde olduğu gibi güllük gülistanlık değildi. O yıllarda hat sanatıyla meşgul olanlar ilahi kelama kaçak-göçek hizmet etmek durumundaydı. Bir hasbıhalimizde Mücellit Rafet Güngör anlatmıştı. "1980'li yılların başında içerisinde hat levhaları da olan bir geleneksel sanatlar sergisi açtım. Polis, harf inkılâbına muhalefetten gözaltına aldı. Paçayı zor kurtardım." Siz, şimdi bir de 1940'lı; 50'li yıllara gidin ve Süheyl Hoca'nın Mili Şef dönemindeki "mümtaz sanat ortamı"nda hangi zorluklarla karşılaşmış olabileceğini hayâl edin! ÇOK ÖNEMLİ TALEBELER YETİŞTİRDİ Süheyl Ünver, klasik tezyini sanatlarımıza ait tetebbuatını başta kızı Gülbün Mesara, gelini Dürdane Ünver olmak üzere öğrencisi, günümüzün yaşayan en büyük tezhip ustası Cahide Keskiner'e öğreterek, özellikle saray tezhip ekolünün yaşatılmasını temin etmiştir. Cahide Keskiner Hoca da birikimlerini Semih İrteş ve Mamure Öz gibi tasarım ve tezhip sevdalılarına aktararak tezhip ve minyatür sanatının yeni nesillerin irfanına arz edilmesine katkıda bulunmuş; müteakip yıllarda başta Mimar Sinan Üniversitesi olmak üzere İstanbul'da ve Anadolu'daki üniversitelerde Güzel Sanatlar Fakülteleri'nde hat ve tezhip bölümleri açılmıştır. Süheyl Hoca'nın Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı bünyesinde öz sanatlarımıza yaptığı katkılar katı' sanatı başta olmak üzere İslam-Türk sanatlarının dünden bugüne taşınmasında hayati rol üstlenmiştir. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ndeki "Süheyl Ünver Nakışhanesi"nde Hocamızın kerimesi Gülbün Mesara babasının izinden giderek öz sanatlarımıza yeni eserler ve isimler kazandırmıştır. Gelini Dürdane Ünver de kaatı sanatına yaptığı hizmetlerle Süheyl Hoca'nın sanat yolunu, hüvesi hüvesine; milimi milimine devam ettirmektedir. Kanaatimce Hamid Aytaç Hoca'nın hat sanatına yaptığı hizmet ne ise, Süheyl Hoca'nın da minyatür, katı ve tezhip sanatına yaptığı hizmet odur. OSMANLI İLE CUMHURİYET TÜRKİYESİ ARASINDA SANAT KÖPRÜSÜ KURDU Osmanlı ile günümüz Türkiyesi arasında ilim, sanat ve kültür köprüsü kuran Süheyl Ünver bir şehir aşığıdır... Başta İstanbul, Edirne ve Bursa olmak üzere Osmanlı şehirlerinde sivil ve dini mimari örneklerine ait, bir kısmı artık günümüze ulaşamayan pek çok eseri, yazı ve çizimleriyle yeni nesillere aktaran nev'i şahsına münhasır bir şahsiyettir. Kültür, sanat ve fikir dünyasına yaptığı katkılar dolayısıyla birçok ödül alan Süheyl Ünver Hoca, 1500 makaleye, 500 kitaba/kitapçığa ve binlerce resme/tezhibe/minyatüre imza atmıştır... Fani dünyaya veda edişinin 27'inci yıldönümünde Süheyl Hoca'yı rahmetle yad ediyoruz. Ruhu için Fatihalar okuyalım. Süheyl Ünver Hocamızın geleneksel sanatlarımıza yaptığı katkılar ve yeni kuşaklara bıraktığı miras üzerine sanatkâr büyüklerimizle hasbıhal ettik.   Hasan Çelebi (Reisülhattatin): Süheyl Ünver Merhumun İslam Türk sanatlarına yönelik olarak çok büyük hizmetleri vardır. Bunu evvela kabul etmek gerekir. Süheyl Ünver, tıp âlimiydi, profesördü. Her şeyin yasak olduğu bir dönemde kendisi mensup olduğu üniversitede Tıp Enstitüsü açtı. Ve Bu Enstitüde talebelerine İslâm sanatlarını öğretmeye gayret etti; pek çok genç yetiştirdi. Bugün özellikle minyatür, tezhip ve kaatı alanında Süheyl Ünver'in talebeleri ve talebelerinin talebeleri sanatlarını çok güzel bir şekilde icra ederek, eskimez güzellikleri yeni nesillere aktarmaktadır. Süheyl Hoca'nın özellikle tezhip ve minyatür alanında çok gayretleri olmuştur. Çok önemli talebeler yetiştirmiştir. Hoca'nın talebelerinden Cahide Keskiner Hanım Yüksek Hizmet Ödülü almıştır. HERKESİN ÖZ SAATLARIMIZDAN KAÇTIĞI YILLARDA MEDENİYETİMİZE SAHİP ÇIKTI Süheyl Hocayı vefat yıldönümünde hayır, rahmet ve minnetle yâd ediyoruz. O dönemde Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver gibi gayretkâr birkaç insan daha çıksaydı şüphesiz öz sanatlarımız bugünkü bulunduğu noktadan çok daha ileriki bir mevkide olurdu. O dönemin şartlarından dolayı hemen hemen herkes korkup kaçtı ya da köşesine çekildi yahut da geri durdu. Ama o kaçmadı, bildiklerini öğretme gayretinde bulundu. Kendisiyle tanışma şerefine nâil oldum. Muhterem bir insandı. Özellikle yazma eserlere meraklıydı. Nerede, hangi kütüphanede bir yazma eser varsa mutlaka gider, bulur ve yakıt altına alırdı. Süheyl Hoca yüzlerce not defteri tuttu. Keşke onun tuttuğu defterler, fihristler, ajandalar taranarak yazma eserlerle ilgili bir çalışma yayınlansa.   Semih İrteş (Yüksek Mimar, Nakkaş) Hoca oldukça disiplinliydi, prensip sahibiydi... Konuşmalarına yazılı olarak hazırlanırdı. Genelde estetik güzelliklerden ve öz sanatlarımızdan bahisler açan sohbetler eder ve sohbetlerde mutlaka not tutulmasını isterdi. Süheyl Hocamız bahsettiğim disiplinini hayatının son anına kadar devam ettirdi. Hocanın lügatinde boş vakit kavramı yoktu... Her vaktini, her anını, her saniyesini dolu dolu yaşadı ve değerlendirdi.   FIRÇAYI VE KALEMİ ELİNDEN DÜŞÜRMEDİ Süheyl Hoca'nın uyuduğu sınırlı vakitler hariç kalem ve fırça elinden hiçbir zaman düşmedi. Hoca, geriye yüzlerce eser bıraktı. Bir insanın farklı disiplinlerde bu kadar meşguliyeti varken böyle devasa eserler verebilmesi için herhalde evliya olması gerekir. Bununla birlikte hoca çok mütevazı bir insandı... Kendini hiçbir zaman ön plana çıkarmazdı... Ön planda, görünürde olmak istemezdi. Yaptığı işi, aşkla, şevkle ve büyük bir heyecanla yapardı... O zamanlarda basın, maalesef geleneksel sanatlarla ilgili değildi... Gazetelerde sanatlarımızla ilgili haberler yayınlanmaz ya da nadiren yayınlanırdı. Süheyl Hocanın İslam-Türk sanatlarına yaptığı katkıları birkaç cümle ile anlatmak çok zor... Evvelemirde Süheyl Ünver hoca müthiş bir deha idi. Bunun altını çizmek lazım... Bugün bu ülkede -abartısız söylüyorum- geleneksel sanatlarımız icra edilmeye devam ediyorsa bunda Hoca'nın en az yüzde 80 payı vardır. BÜYÜK BİR ARŞİVCİYDİ Süheyl Hoca aynı zamanda büyük bir arşivciydi. Her şeyi kayıt altına alırdı. Tezyini sanatlarımıza dair eskilerden, sanatkâr dedelerimizden ne bulduysa bunları kaydetti ve yeni nesle aktarılmasına vesile oldu... Muazzam çalışmalar yaptı... Hoca, aynı zamanda çok önemli talebeler yetiştirdi. Bizim yetişmemizde de Süheyl Ünver Merhumun payı çok büyüktür, kendisinden feyz almanın bahtiyarlığına eriştik. Hoca, zincir vazifesi, köprü görevi görmüştür. Geçmişteki kültürün günümüzde de devam etmesinde çok büyük payı vardır. Süheyl Hoca'nın pek çok sanat dalında araştırmaları olmuştur. Hatta, tezhipte, ebruda, minyatürde, kaatı da önder olmuştur. Onun Osmanlı kitap sanatlarına dair yazdığı kitaplar/kitapçıklar gününüz araştırmacıları için hazine değerindedir. Dürdane Ünver (Kaatı Sanatkârı) Hoca çok çalışırdı. Hiç boş durmazdı. "Beni boş bulduğun zamanda ruhumu kabzet" şeklinde Azrail Aleshisselam'la bir anlaşması olduğunu söylerdi. Çok çalışan, çalışmaktan usanmayan bir müstesna zattı.   CEMİYETİMİZ SÜHEYLHOCA'YI ANLAMIŞTIR Cemiyetimiz umarım Hocamızı anlamıştır. Anlayanlar anladı; anlamayanları da deşifre etmeye gerek yok. Toplumumuzun Süheyl Ünver Merhum'u sanat yönüyle ve estetik değerler yönüyle anladığını düşünüyorum. Türkiye'deki bugünkü sanat ortamı; geleneksel sanatlar ortamı Süheyl Hoca'nın araştırmaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Bugün geleneksel sanatlardan; Osmanlı kitap sanatlarından para kazananlar, ekmek yiyenler, Süheyl Hocamıza çok şey borçludur... Bunun için Hoca'nın kıymeti bilinmektedir; bilinmelidir... Onun jenerasyonu, onun kıymetini, bu sanata ne kadar hizmet ettiğini; çok insanın yolunu aydınlattığını biliyor; bizler de sizler de biliyoruz/biliyorsunuz çok şükür. Medresetü'l-Hattatîn'de Osmanlı kitap sanatlarıyla ilgili ilk araştırmaları Süheyl Ünver Merhum yapmıştır. Oradaki birikimi, gelecek nesillere aktarmıştır. HIZINA YETİŞMEK MÜMKÜN DEĞİLDİ Hocamızın hızına yetişmek mümkün değildi. Daha 17 yaşında bir gençken mezar taşlarına âşık olmuş, mezar kitabelerini araştırmış, kitabelerde yazan metinleri defterlerine kaydetmiştir. Hoca Ali Rıza'dan resim dersleri almış, Necmeddin Okyay'dan ebru sanatını öğrenmiştir. İstanbul'un, Anadolu'nun, Bursa ve Edirne gibi payitahtlık yapmış kentlerin tarihi binalarını resmetmiştir... Bugün, Osmanlı Devleti'nin sanat izzetini yansıtan pek çok kervansaray, çeşme, sebil, namazgâh yerli yerinde yoktur; ama biz, bunların varlığını biliyoruz. Nasıl biliyoruz, nereden biliyoruz? Süheyl Ünver Hocamızın defterlerine çizdiği resimlerden, yaptığı minyatürlerden biliyoruz... "Benim yaptıklarım birer belgedir" derdi Hocamız... Bence onlar birer belge değil; her biri sanat harikasıdır... Sanat eseridir... Ama hâlâ Hoca'ya laf söyleyenler de var... Ahmet Güner Sayar Bey, Süheyl Beyin arşivinden yola çıkarak çok önemli bir kitaba imza attı. Süheyl Hocamızı tüm yönleriyle tanımak isteyenlerin mutlaka o kitabı okumaları gerekiyor. ÇOK DÜZGÜN BİR İNSANDI  Süheyl Hoca sayesinde bir şeyler öğrendik. Süheyl Hoca çok düzgün bir insandı, tertipliydi. Hayatımda o kadar düzgün, mükemmel bir insana rastlamadım. Hoca, doktorluk çalışmalarında da öyleydi, sanat çalışmalarında da öyleydi, ev hayatında da öyleydi. İnsanlık âlemine örnek olan bir beyefendi şahsiyetti Süheyl Hoca. Onun gibi biri yüzyılda bir ancak gelir... Kanaatimce o, bu dünyaya görevli olarak geldi, vazifesini ikmal etti ve gitti. Hocamız kimseyi incitmezdi; incinse de incitmezdi. Üzüntüsünü, sevincini dile getirmeyen bir insandı o. Haklı dahi olsa sesini hiçbir zaman yükseltmeyen numune bir insandı... Onu tanıyanlar, sohbetinde bulunanlar büyük bir bahtiyarlığa erişti. EN BÜYÜK MİRASI YETİŞTİRDİĞİ TALEBELERDİR Hocanın en büyük mirası yetiştirdiği talebeleridir. Yaptığı arşiv çalışmalarıdır. Bugün ben hayata bu kadar bağlıysam bunda rahmetli kayınpederim Süheyl Ünver'in katkısı çok büyüktür... Annemi kaybettim, kayınvalidemi kaybettim, eşimi kaybettim, çok büyük acılar yaşadım, hâl böyleyken, hayata, hocamın bana/bizlere öğrettiği sanatla ve edeple tutundum. Şayet Süh9eyl Hoca ile tanışmasaydım bomboş bir insan olurdum. Şimdi hayata dört elle sarılıyorum, Geride ne bırakabilirimin, vefa borcumu nasıl ödeyebilirimin telaşını yaşıyorum. SÜHEYL HOCAMIZ BİZLERE SOYADINI MİRAS BIRAKTI Para pul her şey bitiyor, manevi duygular bitmiyor... Süheyl Hocamız bize soyadını bıraktı. Bundan daha büyük bir miras olabilir mi? Dedemizin soyadı bu. Bir insanın bu kadar kabiliyetli olması mümkün değildir; çok özel bir insandı kayınpederim. Hakikaten nadir yetişen bir insandı. Hayata vazifeli olarak gelen ender insanlardan biriydi... Sadece babamız değil; aynı zamanda hocamızdı. NEDEN BU KADAR ÇOK ÇALIŞIYORUZ? İbrahim Bey, neden bu kadar çok çalışıyoruz biliyor musunuz? Onu tanıyanlar bu sorunun cevabını bilir. Elimizde her an hocamızın çizdiği bir yol haritası var, mesajları var... Bunun için çok çalışıyoruz, onun açtığı ışıklı, feyizli, bereketli yoldan yürümeye gayret ediyoruz. MÜKEMMEL BİR HOCAYDI Mükemmel bir hocaydı. Süheyl Ünver'in tüm yaklaşımları pozitifti. Hayata olumlu bakardı. Süheyl Bey talebelerine hiçbir zaman "Bu yaptığın olmamış, böyle olmaz, yanlış yapmışsın" dememiştir. Peki ne demiştir? "Efendim böyle yapsaydınız belki daha iyi olabilirdi. Belki tekrar deneyebilirsiniz" demiştir. Günümüzün bazı hocalarına bakıyoruz, talebeler azarlanıyor, beğenilmeyen dosyalar, müsveddeler, meşkler havalara, öteye-beriye atılıyor. TELKİN YERİNE TAVSİYE EDERDİ Hocamız bıkmadan, usanmadan, derslerini lisanın münasip olanıyla anlatır, telkin etmek yerine tavsiyede bulunurdu. Tezhibe, minyatüre ilk başladığım yıllardı. "Dürdane Hanım, gelin bakalım hep birlikte boyayalım, hangimiz daha güzel yapacak?" diyerek bizleri teşvik eder, yüreklendirirdi. Boyama bitince de "Bakınız, sizin yaptığınız benimkinden daha güzel olmuş" derdi. Hocamızın yaptıkları tabii ki mükemmeldi; mükemmel insan muhatabına işte böyle değer verir. Süheyl Hoca ile 10 yıl birlikte yaşadık. Hoca dışarıda nasılsa evde de aynı mükemmellikte bir insandı. Kanaatimce Prof. Dr. Süheyl Ünver'in yeri doldurulamaz, çünkü az önce arz ettiğim gibi mükemmel bir insandı. Yattığı yer nur olsun.   Yrd. Doç. Dr. Süleyman BERK (Hattat) Yalova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi   TEŞVİK ETMEK EN ÖNEMLİ HOCALIK VASFIYDI Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Türk hat sanatı tarihinde ana kaynak sayılabilecek eserleri yanında hurde bilgi denebilecek faideli malumatı en fazla toplayan müelliflerin başında gelmektedir. Bu bilgileri kaydetmiş veya yayımlamıştır. Ondan sadır olan şu söz onun bilgi toplamadaki ve saklamadaki hassasiyetini ortaya koyar. "Benden duyduklarınızı kaydederseniz sizin olur. Yok, eğer kaydetmezseniz tekrar benim olur." Gerçekten yorulmak bilmez bir mesâi ile durmadan çalışmış ve elde ettiklerini kaydetmiş, fotoğraflamış veya resimlemiştir. Bugün geriye dönüp baktığımızda ondan geriye birçok eser kaldığını görürüz. Ancak uzun bir araştırma ve yorucu bir çalışma ile elde edilebilecek birçok bilgi ve belgeye Süheyl Ünver sayesinde rahatça ulaşabilmekteyiz. İLİM VE SANAT TALİBİ ONUN YANINDA İTİLİP KAKILMAMIŞTIR Ondan geriye kalan basılı eserler dışında, binlerce dosya bugün Süleymaniye Kütüphanesi, Ankara Tarih Kurumu Kütüphanesi ve kızı Gülbün Mesara'nın emanetinde bulunmaktadır. Bu dosyalar önümüze zengin bir malzeme sunmaktadır. Yüz binlerce bilgi, belge, fotoğraf ve resim bu dosyalardadır. En ufak bilgi kırıntısı dahi kaydedilerek ilgili yere konmuştur. Artık görülmesi mümkün olmayan İstanbul manzara ve köşelerini, mimari eserlerini ve mezar taşı kitâbelerini Prof. Ünver sayesinde fotoğraf ve resimle de olsa görme imkânına sahibiz. Ayrıca kendisi çalışkanlığı, efendiliği ve kanaatkârlığı ile de yeni neslin örnek alabileceği bir ilim adamıdır. İlim ve sanat talibi onun yanında itilip kakılmamış bilâkis teşvik görmüştür. Ket vurmak değil teşvik etmek herhalde en önde gelen hocalık vasfıdır. Hz. Peygamber Efendimizin (sav) hadîs-i şeriflerinde belirttikleri üzere, geride sadaka-i câriye kabilinden eser bırakan ilim ve sanat adamalarından olmuştur. Onu en güzel anlata eser; muhalled eser şüphesiz Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar'ın kitabıdır. Ruhu şâd olsun.

detaylı bilgi
Ah Halim Efendi Ah!

Ah Halim Efendi Ah!

Malum, birkaç gün önce hac müracaatları başladı. Bu vesileyle Kuveyt Türk’ün yakın zaman önce yayınladığı Evliyâ Çelebi’nin Hac Yolu serlevhalı kitabına dair bir yazı yazma mülahazasındayken elime Halim Efendi’nin iki kare fotoğrafı geçince Evliya Çelebi’nin kitabının tanıtımını önümüzdeki haftaya tehir etmiş olduk… Halim Efendi'yle ilgili ne zaman bahis açılsa yüreğimde hat sanatının merhum üstadına karşı derin bir saygı ve hürmet hissederim. Ve ne hikmetse Halim Efendi’nin siyah-beyaz fotoğraf karelerinde kalan mütevekkil ve mütebessim çehresini temaşa ederken içimde bir sızı belirir… Son devrin en mühim hat sanatkârlarından Mustafa Halim Özyazıcı Bey için eskilerin tabiriyle efradını cami a'yarını mani bir kitap çalışmasının yapılmamış olması hayreti mucib bir keyfiyettir. Son cümleye Necmeddin Efendi Merhum'u da eklemeliyiz. Necmeddin Efendi de maalesef yeni nesillere menkıbelerle tanıtılıyor; eserleriyle ve levhalarında yüklü olan mana yönüyle değil! Piyasada çok sayıda eseri, hatırası varken, talebeleri hayattayken Necmeddin Hoca için güzel bir kitap niçin yapılmadı acaba? Her neyse... İnşallah Talimhane Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü üstatlarına vefa gösterir…   Ali Alparslan merhumun talebelerinden Prof. Dr. Nuri Yüce ile Ali Hoca üzerine çalışacağız. Nuri Bey’den Ali Alparslan merhumun fotoğraflarını istedim; ilk taksit olarak Halim Efendi'den iki kare fotoğraf gönderdi ve: “Size, çam sakızı çoban armağanı kabilinden iki resim gönderiyorum. Resimler merhum hattat M. Halim Özyazıcı ile Ocak 1964’te çekilmişti. O zamanki fotoğraf makinem ile ancak bu kadar çekiliyordu. İyi ki çekmişim. Kala kala bende bu resimler kaldı. Halim Hoca aynı zamanda Ali Alparslan Hoca’nın da hocasıydı. Ali Bey, Halim Hoca'dan divanî ve celî divanî hatlarını öğrenmişti. Allah hepsinin mekânını cennet eylesin.” Soyadı gibi mahir bir hattat olan Mustafa Halim Özyazıcı Bey nev'i şahsına münhasır bir zat. Müstesna bir kabiliyet. Halim Efendi her yazı nevini fevkalade yazar. “Celis” yazıyı daha bir güzel yazar. Ali Alparslan Merhum’un makalelerini okuyorum. Geçmiş zamanlarda celi sülüs yazılara celis dendiğini öğrendim orada. Ali Alparslan merhumun tabiriyle Tilmîzi Necmeddin'in divani hocası Halim Efendi nestalik yazıyı da muhteşem yazar. İstif onda bir Allah ihsanıdır. Sülüsteki kabiliyeti ise izahtan varestedi. Yazıda gördüğünüz Sami Tokgöz koleksiyonunda bulunan sülüs eserde Halim Efendi yardım ettiği birinden; muhtemelen yakın; çok çok yakın birinden eziyet çekmiş olmalı ki “İttaki şerre men ahsente ileyhi” kelamını yazmış. Burada "İyilik yaptığımın şerrinden Allah'a" sığınırım buyrulmaktadır. Hadis olarak da rivayet edilen bu kelam, şerhi ile birlikte şöyledir: “(Eğer hain ise) iyilik yaptığımın şerrinden Allah'a sığınırım.” Halim Efendi, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte birbiri ardına sıralanıveren inkılâplardan en fazla etkilenen kişilerin başında gelir. Harf inkılâbıyla birlikte Mustafa Halim Efendi'nin hattatlık mesleği elinden alınmıştır. Hattat Mustafa Halim Efendi böylelikle bir gecede işsiz kalmış ve içine, özüne çekilmiştir... Harf inkılâbıyla birlikte bir gecede “ümmet” “ulus” olmuş arşivlerdeki Osmanlı belgeleri hurda kâğıt fiyatına Bulgaristan'a satılırken, kütüphanelerdeki yazma eserler, dükkânlardaki besmele levhaları ya ardiyelere kaldırılmış, ya tavan aralarına saklanmış, ya da kapı önlerine bırakılmıştır. Necmeddin Okyay merhumun imamlık maaşıyla binlerce yazma eserden müteşekkil bir kütüphane ve çok önemli bir hat koleksiyonuna sahip olmasını başka nasıl izah edebiliriz ki! İşte böyle bir ortamda çok sevdiği hat sanatından ve birkaç talebesinden koparılan Halim Efendi Zeytinburnu'nda Çırpıcı mevkiinde satın aldığı bağda bağbanlık yapmaya başlamıştır. Tabii ki Halim Efendi zahiren bağbanlık yapmış, bağ evinde bir yandan yazı yazmaya, diğer yandan da talebe yetiştirmeye devam etmiştir. Kur’an-ı Kerîm okumanın ve okutmanın yasaklandığı dönemlerde serdengeçti hocaefendilerin İslâm dinini yeni nesillere öğretmek için ziraat çiftlikleri kiraladıklarını ve tarla işçisi mahiyetindeki talebelerine dinimizi öğrettiklerini bilirsiniz. Halim Efendi de işte böyle zor zamanlarda kolluk kuvvetlerine inat İslâm yazısına hizmet etmeye devam etmiş; mezkur dönemde yazdığı hat levhalarının altına “Sabıkan hattat bağbân Halim” yazmıştır. Böyle bir levha, İrfan Başak kardeşimizin koleksiyonunda bulunmaktadır. Halim Efendi için, “Binlerce, bir adım öte on binlerce yazı/eser yazmıştır” diyecek olursak mübalağa etmiş olmayız. Çünkü o hayatı boyunca usanmadan yazmış, yazdıklarını biriktirerek, bir kenara koymuş; 66 yıllık hayatını tamamladığında mirasçılarına devasa bir hat terekesi bırakmıştır. Halim Efendi’nin çok ve bununla birlikte nitelikli eserler yazmış olması sadece hattatlıkla uğraşmasıyla telif edilebilir. Elim bir trafik kazasıyla garik-i rahmet olan Halim Efendi'nin bir talihsizliği de terekesinin hebâ edilmesidir. Hattat Halim Efendi'nin -belki- en büyük talihsizliği hat terekesinin iyi yönetilememesidir. Malum olduğu üzere Halim Efendi'nin terekesi haraç mezat satışa arz edilmiş; yazıları, çuvallarla satılmıştır. Her bir çuvalda binlerce yazı... Sadece bir koleksiyonerin, Halim Beyin Kocamustafapaşa'daki evinden 6 çuval yazı aldığını biliyorum. Hâsılı, Halim Efendi'nin tüm terekesi; deste deste yazıları satıldı. Fotoğrafları, kamış kalemleri, cep saati, divitleri, hokka takımları, enfiye kutusu, Davudi sesler aldığı "ney"ine varıncaya kadar, baha eden neyi varsa satıldı. Halim Efendi'nin yazıları esnaf mezatlarında, sahaflarda, Moda'daki antikacılarda, Nişantaşı müzayedelerinde parça parça satılarak yeni sahiplerini buldu/buluyor. Bugün, hâlâ, ister sanal olsun, ister gerçek, hemen tüm müzayedelerde Halim Efendi'nin yazıları satışa konu ediliyor. İmzalı, imzasız yüzlerce yazısı... Mezkûr yazılardan birçoğu, altına, sonradan iğreti bir şekilde iliştirilmiş "Ketebehû Halim" ibareleriyle siber âlemde yeni sahiplerini bekliyor... İnci gibi yazıların altına, geçtiğimiz yıllarda birden bire ortaya çıkan Suud El Mevlevi çakma ketebeli yazılar gibi “atılan” bir “Halim” imzası görürseniz bilin ki bu levha, Halim Efendi'nin Koca Mustafapaşa'daki evinden çıkma orijinal bir yazıdır. İmza ise ömründe bir elifi bile doğru yazamayan bir hattat namzedi tarafından atılmıştır. Artık eskicilerde de Halim Efendi'ye ait ne ararsanız bulabilirsiniz: Tuğralar, şahıs isimleri, dükkân isimleri, tabelalar, devlet dairesi, karakol, apartman isimleri, kartvizitler, eskiz kâğıtlarının üzerinde kırmızı, yeşil mürekkeplerin yol bulduğu cami kubbe ve kuşak yazıları... Halim Efendi, hayata ve hakikate dair hemen her şeyi yazmış... Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, kibar-ı kelamlar, kasideler, şiirler, marşlar, cami yazıları, tuğralar, kartvizitler... Ve yine Halim Efendi yazı yazmanın mümkün olduğu hemen her türlü zemin üzerinde kalem oynatmış. Kese kâğıdı, gazete, aharlı kâğıt, ebru kâğıdı, kuşe kâğıdı, eskiz kâğıdı, aydınger, kumaş, teneke, cam, tahta... Sanayi-i Nefise Mektebi'nin mütekâit hat hocası eline nasıl bir malzeme geçerse geçsin üzerinde meşk etmiş. Yazımda gördüğünüz fotoğrafta Halim Efendi’nin arkasında kâğıtlar, kâğıt ruloları görülüyor… Hayatı boyunca kâğıtla, yazıyla hemhal olan hattatımızın elinden rulolar hiç düşmemiş. Daha doğrusu kendisi düşürmemiş ama ahfadı düşürmüş! Nasıl mı? Bir gün, Halim Efendi'nin oğlu ile hasbıhal etmiştim. Babasına dair bir hatırayı iç geçirerek şöyle anlatmıştı: “10-12 yaşlarındayım. Topkapı'daki bağ evimizden babam önde ben arkada yola çıktık. Babam yine onlarca yazı yazmış, taşınması kolay olsun diye bunları rulo haline getirmişti. Taşıyamadıklarını bana verdi. O önde, ben arkada Aksaray'a doğru yürüyoruz. Yürüdükçe, yol uzadıkça elimdeki rulolar ağırlaşıyor... Babam, nasılsa arkaya bakmıyor! Yazıları teker teker yol kenarlarına bir sağa bir sola atıp yoluma devam ediyorum. Gideceğimiz yere vardığımızda elimde kalan üç beş ruloyu babama veriyorum. Babam, elindeki rulolarla birlikte, uzattıklarımı da açıp masanın üzerine seriyor. Kıtalar, levhalar eksik. “Hay Allah! Eksik yazdık herhalde” diye hayıflanıyordu. Sonra eve gidince usanmadan eksik yazıları tamamlıyordu.” Vefatının ardından ismi, Beşiktaş'ta bir sokağa verilen Mustafa Halim Efendi, hat sanatına yaptığı hizmetlerle doğru orantılı bir şekilde genç kuşaklara aktarılamamıştır. Yukarıda arz ettiğimiz gibi, Halim Efendi hakkında, eskilerin 'efradını cami a'yarını mani' dediği tarzda bir biyografi eseri hazırlanamamıştır. Bu görev evvel emirde talebelerine, hat sanatı araştırmacılarına ve hat sanatı sevdalılarına düşmektedir. Vefatını müteakiben, 1964 yılında talebesi Uğur Derman'ın kaleme aldığı “Hattat Mustafa Halim Özyazıcı Hayatı ve Eserleri” isimli kitapçık önemli bir hizmet görmekle birlikte Halim Efendi'yi ve eserlerini kuşatıcı bir şekilde genç kuşaklara tanıtmaktan uzaktır… Sonraki yıllarda Halim Efendi'ye dair makaleler, dergi, bülten yazıları kaleme alındıysa da bunlar Halim Efendi'nin hatırasını külliyen ihata edememektedir. 10 tane yazısını görmediğimiz muhteremler için 500 sayfalık hacimli kitaplar yayınlanırken 10 binlerce yazısı olan Halim Efendi için bu suskunluk niyedir? Sanayi-i Nefise mektebinde ders aralarında, merdivenlerde, koridorlarda gördüğü mimarlık talebelerine "Gelin size hat sanatını öğreteyim” diyen Hattat Mustafa Halim Özyazıcı’nın ismi Güzel Sanatlar Fakültelerinden birine verilmelidir. Mevcut Güzel Sanatlar Fakültelerinden birinin ismi pekâlâ Hattat Mustafa Halim Özyazıcı Güzel Sanatlar Fakültesi’ne çevrilebilir... Bu olmazsa eserlerinde ve talebelerinin kamış kalemlerinin ucunda hayatiyetini devam ettiren Mustafa Halim Özyazıcı'nın isminin, yeni açılacak Güzel Sanatlar Fakültelerinden birine verilmesi ve ayrıca Hattat Halim Hat Sanatı Akademisi adıyla müsemma müstakil bir hat mektebi tesis edilmesi de vakıa mutabık olacaktır. Necmeddin Okyay Merhum’un ismi de Üsküdar’daki sanat ortamlarından birine verilmelidir.  Bir zaman, Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara Beye “İETT’den Üsküdar Belediyesi’ne devredilen Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nin adı Necmeddin Okyay Kültür Merkezi şeklinde değiştirilse ne âlâ olur” şeklinde bir teklifte bulunmuştum. Başkan, “Güzel olur” dese de kamuoyu kendilerinden vaat değil; icraat bekliyor… Halim Efendi’nin, Necmeddin Efendi’nin, Ali Alparslan Hoca’nın, 27’inci vefat yıl dönümünde hayır ve rahmetle anılan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in ve kalem ehli sair geçmişlerimizin pak ervâhına Fatihalar okuyalım.   İbrahim Ethem Gören

detaylı bilgi
Hattat Prof. Fevzi Günüç'e rahmet!..

Hattat Prof. Fevzi Günüç'e rahmet!..

Fevzi Hoca ülkemizin önde gelen ilim adamlarından biriydi. Sanatkârdı; hat sanatı üstadıydı. Konya’da pek çok hattata İslam yaz sanatının inceliklerini öğreterek icazet vermiş; kadim sanata yeni isimler ve eserler kazandırmıştı  İbrahim Ethem Gören- Dünya Bülteni / Kültür Servisi Uzun yıllardan beri Konya’da hat sanatına yeni isimler ve eserler kazandıran Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fevzi Günüç Konya’da yüzlerce talebe yetiştirmişti… Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fevzi Günüç 22 Nisan Pazartesi günü vefat ederek Konya’da sevenlerinin, öğrencilerin, mesai arkadaşlarının ve hemşerilerinin yoğun katılımıyla Üçler kabristanlığına defnedilmişti. Fevzi Hoca ülkemizin önde elen ilim adamlarından biriydi. Sanatkârdı; hat sanatı üstadıydı. Konya’da pek çok hattata İslam yaz sanatının inceliklerini öğreterek icazet vermiş;   kadim sanata yeni isimler ve eserler kazandırmıştı.  Hazret-i Ali’nin hat sanatının icracılarına yönelik meşhur sözünü bilirsiniz: “Hat hocanın öğretisinde gizlidir. Kıvam çok yazmakta, devamı da İslam dini üzerine olmakta mümkündür.” Bu söz, Fevzi Günüç’ü tarif etmektedir. Hat sanatını, Hocası, Üstadı, Hüseyin Kutlu’dan öğrenerek icazetini almıştı. Hocasından ne öğrendiyse, hüvesi hüvesine; milimi milimine talebelerine aktarmıştı. Prof. Günüç, yüzlerce, bir adım öte binlerce yazı yazarak mezkûr kelamda geçen “Ve kıvamu-hû kesret’ül-meşk” ifadesinin gereğini yerine getirmiştir… Hoca’nın mümin ve muvahhitliğine; dini bütün kâmil bir Müslüman olduğuna ise tanıyan herkes şahitlik etmiştir. Marifet, çalışkanlık, nezaket, nezafet, azim, mücadele, vakar, diğerkâmlık ve tevazu Fevzi Günüç’ün kişiliğini izahta kullanılabilmek ahlakî meziyetlerden bir kaçıydı. Son cümlemize hastalığı zamanında gösterdiği tevekkülü, teslimiyeti ve sabrı da eklemek vakıa mutabık olacaktır. Fevzi Günüç Beyi Selçuk Üniversitesi’nde kurucu dekanı olduğu Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ziyaret etmiştim. O yıllarda Fakülte binası henüz yeni inşa edilmişti. Hoca, pek çok iş ve hizmetinin yanında inşaat işlerini de titiz bir şekilde takip ediyordu. Makamında görüştüğümüz Fevzi Hoca ile sanat ve estetik güzellikler üzerine hasbıhal etme imkânı da bulmuştum. Fevzi Beye Esma-i Hüsna kitabımız için biri klasik, diğeri de İbn-i Hacer El-Askalani’nin naklettiği tertip olmak üzere iki adet esma-i Hüsna ile Ya Vedûd Celle Celâluhû sülüs istifini ve akabinde de Lafza-i Celâl ve İsm-i Nebi tertiplerini yazdırmıştım. Hoca, sözleştiğimiz gibi vakti zamanında eserleri teslim etti. Fevzi Beyle olan muhaveremizde Hocasına bağlılığını gözlemledim. “Gıyabî hürmet himmete vesiledir” demiş eskiler. Fevzi Bey, Üstadı Hüseyin Kutlu Hocaefendi’ye hulûs-i kalp ile bağlanmıştı. Her hususta hocasının yolundan giderdi. Yazıların ücretini konuşurken bile “Bizim hocamız Hilye-i Şerife’yi şu fiyattan yazmamızı, Hilye’ye mukabil olan Esma-ı Hüsna yazıları için de ona mümasil bir rakam söylememizin uygun olacağını münasip görmüştü” diyerek hocasını işaret etmişti. Fevzi Beyin yazılyarı için söylediği rakamlar pek çok kişinin bütçesine uygun ve ödenmesi mümkün olan meblağlardı. Fevzi Günüç, sanatın izzet ve namusunu koruyan bir şahsiyetti. Yaptığı hizmeti Rıza-ı Bari için yapardı. Kaleminden neşet den güzelliklerde öncelikle Allah’ın rızasını arardı.  30 Nisan Salı günü IRCICA’da düzenlenen icazet merasiminde Reisülhattatin Hasan Çelebi önemli bir mesaj vermişti; mesajı daha doğrusu vasiyet: “Talebelerim hat sanatını benden öğrendikleri gibi öğretsin. "Bu kadarla olur" demeden, çok çalışarak hat sanatının hakkını vermeye gayret etsin. Hattatlara önemli bir tavsiyem var. Bu hizmeti evvelemirde para karşılığı yapmayın. Bu sanat, sadece para için yapılırsa zayi olur, gider. Bu durumda hat sanatı lekedâr olur. Hattatlar Allah'a tevekkül etsinler. Rezzak olan O'dur. Allah bu takdirde onlara kapılarını açacaktır.  Bu sanata tevekkülle sarılanlara Allah'ın in'am ve ihsanı mutlaka gelecektir. Bundan eminim." Fevzi Günüç Bey, Çelebi Üstadın işaret ettiği tevekkülü göstererek, Hakk Teâlâ’nın in’am ve ihsanına mazhar olmuş bir şahsiyetti. Selçuk Üniversitesi, talebeleri, sevenleri, kurucusu olduğu Destegül Sanat Merkezi, Hekimoğlu Ali Paşa Sanat Grubu, Alvarlı Efe Hazretleri Vakfı, Fevzi Beyin hatırasını yâd etmek ve tetebbuatını yeni nesle aktarmak için pek çok proje geliştirecektir. Kanaatimce evvel emirde yapılması gerekenlerden biri, Hoca’nın, yüzlerce, binlerce yazısının derlenerek fotoğraflanması olacaktır. Fevzi Günüç Bey rahmet olması vesilesiyle yakın çevresinden yazı istirham ettik. Talebeleri ve mesai arkadaşları ve yarânı Fevzi Günüç’ü eskilerin efradını cami a’yarını mani dedikleri tarzda kaleme aldı. Buradan, talebimize gösterdikleri nazik alaka için Hattat Ali Rıza Özcan Beye, Hattat Arif Şahin Beye, Yard. Doç. Dr. Hattat Fatih Özkafa Beye, Hattat Mustafa Cemil Efe Beye ve Koleksiyoner Sami Tokgöz Beye teşekkürlerimi arz ediyorum. Bu vesileyle, el’an Konya’da Üçler mezarlığında bir ıhlamur ağancının altında ahiret lezzetleriyle nimetlenen Fevzi Günüç Merhuma Hakk Teâlâ’dan vasi rahmet niyaz ediyorum. Hz. Allah yazdığı harfler adedinde Fevzi kuluna bağışta bulunsun. Bizleri de nasipdar eylesin. Merhumun, pak ervahı için Fatihalar okuyalım.    BİR GÜZEL İNSAN Muhterem hocam, dostum, ağabeyim, Hattat Fevzi Günüç Hoca’nın kaybı, geleneğe bağlı sanatlar açısından yeri kolay doldurulamayacak büyük bir değerin kaybıdır. Geleneğe bağlı sanatlar onun vefatıyla çok büyük bir yara almıştır. Başta hat sanatı olmak üzere kendi öz sanatlarımızın hemen hepsine akademik sahada ve pratikte sahip çıkmış, yüceltme noktasında elinden gelen gayret göstermiştir. Konya Selçuk Üniversitesi’nde kurulan Geleneksel Türk sanatları Bölümü parmakla gösterilen ve imrenilen bir bölüm haline onun sayesinde gelmiştir. Vizyonu ve ufku geniş, dirayetli bir idareci ve kabiliyetli bir sanatkâr olan Fevzi Günüç, Konya merkez olmak üzere bu sanatlarla meşgul olanlara yurt ve dünya çapında bir ışık yakmış, talebe ve meslektaşlarına rehber olmuştur. Çok yardımsever olan hoca hemen herkesin talebini karşılamaya çalışırdı. İlme, sanata çok önem verir, hocalarına saygıda kusur etmezdi. Öğrenme ve öğretmede hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı. Kendisine karşı yapılan her hareketi, itimatsızlığın dışında, müsamaha ve sabırla karşılardı. İdareci olarak birlik ve bütünlük içinde olma gayretini her zaman hissettirmiş bu yolda davranışlar sergilemiştir. Bencillikten ve kibirden uzak kucaklayıcı ve yol gösterici olmuştur. Bu konuda üniversitede ufak-tefek sürtüşmeleri hemen çözer kangren halini almasına müsaade etmezdi. Bu cümleden olarak yaptığı konuşma örnek mahiyetindedir:     Yard. Doç. Dr. Ali Rıza Özcan   Hattat “Benim yüzümde hiç öfke, kin, kızgınlık belirtisi gördünüz mü? İdareciyim, bir çok problemlerimiz, sıkıntılarımız var ama hiç yansıtıyor muyum? Benim hayatım, felsefem sevgi üzerine kuruludur. İnsanları seveceksiniz. Sevmediğiniz olabilir, ancak insan olduğu için saygılı davranacaksınız, pozitif olacaksınız. Kin gütmeyeceksiniz. Öfke kini, kin nefreti, nefret düşmanlığı, düşmanlık ise öç alma duygusunu körükler. İnsanları sevmeye çalışınız. Yüzünüzden gülümseme eksik olmasın. Çalışma arkadaşlarınızla iyi geçininiz...” Bunun yanında Fevzi Günüç Hoca’nın özellikle üzerinde durduğu temel noktalar ise şunlardı: “Ben değil, biz bilincini yerleştirmek. Vizyon sahibi olarak kurumsallaşmak. Gelenekli sanatlarımıza bağlı kalarak yeni tasarımlar yapmak ve yeniliklere açık olmak. Yeni şeyler tasarlamak ama asla yozlaşmadan özden ayrılmadan bunu yapmak. İnsanlar içinde erimek ve hizmette bulunmak.” İnşallah talebeleri onun yolunda yürür ve muhterem hocalarının gösterdiği hedeflere ulaşırlar. Kibar, zarif ve tam bir gönül adamı olan Fevzi Hocam’ın mekânı cennet-i alâ, ruhu şâd olsun...   FEVZİ HOCA ÖĞRENCİLERİNİN HER TÜRLÜ İHTİYACIYLA İLGİLENİRDİ Öncelikle çok disiplinli, programlı ve düzenli idi. İlgili ve sorumluluğu altında olduğu her alanda çok dikkatli ve titiz bir şekilde hareket ederdi. İleriyi düşünen ve seneler sonrasının planını yapan bir kişiydi. Dekanı olduğu S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesinin on yıl sonra geleceği konumdan bahsederdi. Öğrencilerine de daima programlı olmaları gerektiğini vurgular ve "mutlaka bir hedefiniz olsun hedefsiz adım atmayın " ifâdesini kullanırdı.    Hattat Arif Şahin  İyi bir sanatkâr ve akademisyen olmakla beraber her alanda çok objektif ve ileri görüşe sahip bir yönü vardı. Kendisi bir sanatkâr olmakla beraber entellektüel birikime sahipti. Bazı meclislerde Türkiye’nin siyasi, ekonomi, bilim ve kültürel alandaki durumunu müsbet ve menfi yönleriyle değerlendirir, varsa kaygılarını dile getirir ve ıslahı için öngördüğü konuları paylaşırdı. Üniversitelerdeki sosyal, fen, sağlık, mimarlık, mühendislik ve teknik bilimlerin eğitimdeki kalite düzeyinin yükselmesi için yapılması gerektiğini düşündüğü değişiklikleri ilgili birimlerle görüştüğünü anlatırdı. Öğrencilerine karşı çok müşfik bir hocaydı. Bildiği her şeyi öğrencilerine heyecanla anlatır ve öğrencilerin dâimâ hocalarına karşı yuvasında ağzını açıp annesinden yiyecek bekleyen yavru kuş misâli olmaları gerektiğini öğütlerdi. Öğrencilerinin okul içinde ve dışındaki her türlü ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenir ve onların ihtiyaçlarını giderme noktasında kendisini mes’ul hissederdi. "Cânânın gönlüne bahtımı hâr eyleme yâ Rab" duâsını kendisine hayat prensibi edinmişti. Sorumluluğunda olduğu ve sorumluluğu altında olan hiç bir kimseye sıkıntısı aksettirmezdi. Hocamın vefâtından sonra ailesine taziye ziyaretine giden bir hocadan, aziz pederi Ahmet beyin, hocam için "bir gün olsun akşam eve geldiğinde fakülteden ve fakülte ile ilgili sıkıntılardan bahsetmedi evde iken ailesi dışındaki her şeyi dışarıda bıraktı" dediğini işittiğini duymuştum. Öğrencilere bildiklerini aktarırken kendisini aradan çıkarırdı ve "biz bunları hocalarımızdan öğrendik"  derdi. Aynı şekilde kendisine herhangi bir hat eseri ya da bunun dışındaki bir çalışmasından dolayı iltifât edildiği zaman "bunlar benden değil hocamdan, büyüklerin himmetiyle..." derdi. Her fırsatta hem akademik hem de hat sanatı alanındaki hocalarından bahseder ve yaşadıkları bazı olayları anlatarak o tecrübelerden istifâde edilmesi gerektiğini vurgulardı. İlim ve sanat ehlinin sahip olması gereken hasletlerden bahsederken öncelikle kendi hocalarından örnekler verirdi. Aynı zamanda örnek aldığı mümtâz şahsiyetlerden birisi de Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver beyefendi idi. Hangi düzeyde ve alanda olursa olsun bilhassa Gelenekli Türk Sanatları ve İslâm Sanatları ile ilgilen akademisyen ve sanatkârların Ahmet Süheyl Ünver beyi çok iyi tanımaları gerektiğini söylerdi. Çok idealist ve kararlı bir kişiliğe sahipti. Hayatında herhangi bir konuda karar verirken tereddüd ve endîşe ihtivâ eden "ama, acaba, ya böyle olmazsa" gibi ifâdeleri asla kabul etmez, kararlı ve istikrarlı olunması gerektiğini vurgulardı. Başarısızlık için hayatında mâzeretin yeri yoktu. Etrafındaki herkese çocuklarına dahî “herhangi bir konuda başarısız olduğunuz durumda asla mazerete sığınmayın kendinizi sîğaya çekin” der, " ve en leyse li-linsâni illâ mâ seâ" (insan için ancak sa'y-u- gayret gösterdiği kadarının karşılığı vardır) anlamındaki âyet-i kerîme'yi söylerdi. Hem akademik hem de sanat alanında o kadar çok projeleri vardı ki bunları zaman zaman bizimle paylaşır fakat sorumlu olduğu dekanlık vazifesinden dolayı fi'liyâta geçirme fırsatı bulamadığından yakınır ve te'hîr ederdi. Aziz pederinden Güzel sanatlar fakültesindeki görevine ilk başladığı zamanlarda "baba çok büyük bir sorumluluğun altına girdim inşâallâh anlımın akıyla çıkarım demiş ve dua istemiş. Ve omzundaki bu yükü muvaffakiyetle çok iyi bir mertebeye taşıdığı takdîre şâyândır. Kurucu üyesi ve dekanı olduğu S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve kurucusu olduğu Destegül Güzel Sanatlar Merkezi'ndeki çalışmalar bu gün Türkiye'deki mümtâz sanatkârlar, akademisyenler ve ehl-i hiref tarafından takdîr ile karşılanıyorsa bu, Fevzi hocamın gayretlerinin ve başarının sonucu ve semeresidir.   HATTAT PROF. DR. FEVZİ GÜNÜÇ HAKKINDA Fevzi Hoca’yı, hat meşk etmeye başladığım senelerden beri, yani yaklaşık 20 yıldır tanırdım. Malûmunuz; benim asıl hocam Hüseyin Öksüz’dür; ancak Fevzi Hoca ile de elbette tanışır ve eskiden beri görüşür idik. Üniversite dışından doktoraya başladığım zaman kendisinden doktora dersleri de almıştım. Bununla birlikte Fevzi Hoca ile asıl teşrik-i mesaim Güzel Sanatlar Fakültesi’ne intisap ettikten sonra başlamıştır. Hocanın dekanlık vazifesinin ilk yılları benim de asistanlığımın ilk yıllarına tekabül eder. O zaman henüz fakültenin ve bölümümüzün sınırlı sayıda bir kadrosu vardı. Bölümde dört beş kişiydik; bütün fakültenin akademik kadrosu ise 15-20 civarındaydı. Dolayısıyla nerdeyse her saat beraberdik ve her konuda istişare ederdik. Yeni alınacak öğretim elemanları, öğrencilerin durumları, bölümde yapılacak işler, açılacak ana sanat dalları, verilecek dersler, müfredat, sergi, sempozyum vs. her konuda durmaksızın müzakere ederdik. Hoca hepimizin fikirlerine itibar eder; her birimizi tek tek dinlerdi. “ben böyle düşünüyorum; böyle olmalı” zihniyetine sahip değildi. Belki de en çok bu sebeple çok başarılı çalışmalar yaptı; önemli hizmetlere imza attı. Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA (Hattat) Henüz yeni sayılan bir fakültenin ve yeni bir bölümün idarecisi olarak ağır bir yükü omuzlamıştı ve çok büyük hedefleri, idealleri, projeleri vardı. Elemanlarına güveniyordu; aynı zamanda ekibine güven veriyordu; çalışma azmi telkin edebiliyordu. Ondaki gayreti, iradeyi, kararlılığı gören bir kimsenin atâlete dûçar olması nerdeyse imkânsızdı. Kendisi disiplinli bir şekilde çalışıp hedefe doğru adım adım ilerlediği için etrafındakilerden de bu performansı haklı olarak bekliyordu. Hocanın hiç tahammül edemediği bir özellik varsa o da tembellikti. Sürekli çalışmayı ve üretmeyi, devletine, milletine ve vatanına karşı bir vefa borcu olarak telakki ederdi. Fevzi Hoca aynı zamanda son derece dakik ve titiz bir insandı. Toplantılara ve programlara tam belirtilen saatte gelir; geç kalmazdı. Kendisi dekanlık mevkiinde olasına rağmen saate riayet ederken asistan mevkiinde olanların hem de birçok defasında 10-15 dakika geç gelmeleri adaba mugâyir ve taaccüp edilecek bir durumdu; fakat buna rağmen bu yüzden herhangi bir arkadaşı azarladığına şahit olmadım. Sadece latife ederek geciken kişiye çay ısmarlatma cezasıyla iktifa ederdi. Hoca, fakülteye de en erken gelenlerden ve akşam en son çıkanlardan biriydi. Hastalığı ileri seviye gelinceye kadar da vazifesine ve derslerine devam etti. Fevzi Hoca kendisini belki de en çok, yeni fakülte binamızın inşası ve yeni binaya yerleşme sürecinde yıprattı. Her detayla bizzat ilgilendi ve bu süreç epey uzunca sürdü. Bununla birlikte, kendisi göreve geldiğinde Fakülte’de sadece üç bölüm ve Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’nde aktif iki ana sanat dalı varken Fakülte’deki bölüm sayısı yediye, Bölüm’deki ana sanat dalı sayısı altıya çıktı. Toplam öğretim elemanı sayısı en az üç misli artarak 60’ı geçti. Profesör, doçent ve yardımcı doçent sayısı önemli ölçüde arttı. Gerek fizikî kapasite, kapalı alan ve techizat olarak gerekse akademik kadrolaşma bakımından fevkalade gelişmeler oldu ve Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Anadolu’nun en iyi sanat okullarından biri haline geldi. Bunda Prof. Dr. Fevzi Günüç Hoca’nın ve tabii ki üniversitemiz rektörlerinin çok büyük payı olduğu aşikârdır. Resmî prosedürün, idari görevlerin bütün ağırlığına rağmen Fevzi Hoca sanat ve eğitim faaliyetlerini aksatmamıştır ki; kanaat-i âcizaneme göre bu hususun altı önemle çizilmelidir. Kendisi hem eser vererek sanatını icra etmeyi sürdürmüş hem de talebe yetiştirmeyi fakülte içinde ve dışında devam ettirmiştir. Zaten onu arayan, dekanlıktaki makam odasından ziyade, atölye olarak da kullandığı çalışma odasında bulurdu genellikle. Masasında hilye-i saadet yazarken veya bir talebesinin meşkine bakarken araya giren resmi evrak dosyaları, atılması gereken imzalar olurdu. Çoğu zaman da karşısında ona derdini anlatan veya bir problemi aktaran biri konuşurken o hem yazı yazar hem de o arkadaşla hasbıhal ederdi. Fakültedeki ilk yıllarımızda Hoca ile her konuda daha çok bir araya gelme imkânı bulurken zamanla fakülte büyüdü; eleman sayısı çoğaldı; herkesin şahsî iş yükü daha da artmaya başladı ve maalesef eski yoğunlukta toplanamaz hâle geldik. Üstüne bir de hocamızın amansız hastalığı ortaya çıkınca hepimizin iç dünyası allak bullak oldu. Âdeta azmimiz kırıldı; fakat ne var ki başımıza gelen takdir-i ilahiden başka bir şey değildi ve teslimiyetten, duadan başka çaremiz yoktu. Artık meselelerimizi daha pratik çözmeliydik ve hocaya daha az sorun götürmeliydik. Bu sebeple; çok önemli bir husus olmadıkça hocayı meşgul etmemek adına şahsî bir karar aldım. Buna rağmen; yani hoca önemli bir hastalıkla mücadele ediyor olmasına rağmen ona birilerini şikâyet eden, olumsuzlukları yansıtan ve bununla prim kazanmaya çalışan kişiler oldu. Sonuçta şartlar ne olursa olsun herkes mizacına göre hareket edecektir. Hoca’nın rahatsızlığı ortaya çıktıktan bir müddet sonra, “Fevzi Günüç Armağanı” isimli bir kitap çıkartmaya ve bu vesileyle hem kendisine moral destek vermeye hem de vefa borcumuzu bir nebze olsun ödemeye niyet ettik. Bu kapsamda Konya ve İstanbul’daki 70’ten fazla akademisyenle ve 50’den fazla sanatkâr ile tek tek görüşerek kitaba bilimsel bir makale veya birer sanat eseri görseli ile projeye destek ricasında bulundum. Birkaç istisna dışında herkes gayet müspet yaklaştı. Kendisinden istediğimiz çalışmayı çok kısa bir sürede verenler bile oldu. Sürpriz olmasını ümit ederek bu projeyi Hoca’dan habersiz yürütmeye çalışıyorduk. Ancak ne yazık ki bazı işgüzarların gayretkeşliğiyle Hoca’ya bu duyuruldu ve Hoca da henüz hayattayken adına bir kitap hazırlanmasına sıcak bakmadığını bize iletti ve maalesef bu çalışma neticelenemedi. Fevzi Hoca, bütün iş disiplinine ve vazifeşinaslığına mukabil oldukça hissî ve çok ince fikirli bir kişiliğe sahipti. Kelimelerini seçerek konuşur; doğru bir şekilde anlaşılmak için gayret sarf ederdi. Almak isteyenler için, vermek istediği mesajları cümle içine gizleyerek verirdi. Sevdiği bir insana tam güvendiği için onun her yaptığını hoş görür; onun eleştirilmesine bile razı olmazdı. Onun bu hususiyeti belki de bazılarını bütün vecheleriyle, yani eksiklikleri ve üstünlükleriyle tanımasını zorlaştırırdı. Fakat aynı zamanda, ahde vefa ve dostluk bilincinin de sağlamlığına işaretti. Şahsî birtakım gerekçelerle ve diğer çalışmalarıma yoğunlaşmak gayesiyle, Hoca’nın sağlığında üzerimde bulunan ve sekiz yıla yakın yürüttüğüm bölüm başkan yardımcılığını ve başka birtakım idarî görevleri bıraktım ve son yıllarda hocanın müsait bir ânını kollayıp ona daha çok yazı göstermeye başladım. Hat sanatı üzerine müzakereler yaptık ve kendisinden istifade etmeye çalıştım. Makalelerimi de yayına vermeden evvel hocaya takdim edip tenkitleri doğrultusunda tashihe çalışırdım. Hattâ kendisinin okuduğu son makale, zannediyorum fakirin makalesi idi. Çünkü müspet kanaatlerini ve yayına verilebileceğini ifade ettiği günden birkaç gün sonra maalesef kısmî felç sebebiyle hastaneye kaldırılmıştı. FEVZİ HOCA SÜLÜS-NESİH VE CELİ SÜLÜS ESERLER VERİRDİ Hoca daha ziyade sülüs- nesih ve zaman zaman da celî sülüs eserler verirdi; fakat onun rık’a hattı da en az nesih yazısı kadar hoşuma giderdi. Rık’a ile iştigal eden, eser veren hattat sayısı az olduğu için üzerinde çok durulmaz belki; fakat Fevzi Hoca’nın kanaatimce az bilinen vasıflarından biri bu yazı çeşidindeki ender kalemlerden biri olmasıydı. Bu yüzden, hat sanatına başladığımda ilk meşk edip tamamladığım yazı nev’i olmasına rağmen Fevzi Hoca’dan tekrar rık’a meşk etmeyi talep ettim ve kabul etti. Böylelikle doktora tez danışmanım, bölüm başkanım ve dekanım olan Fevzi Hoca’ya hat talebesi de olmuş idim. Bu yönüyle de kendisinden pek çok istifade ettiğimi ifade etmekle iftihar ederim. Bazıları hocasından başkasına yazı göstermeyi tasvip etmeyebilir; fakat şahsen, bana icazet veren hocamı kırmamak ve yetişmemde onun emeklerini hiçbir zaman inkâr etmemek şartıyla ilminden ve görüşlerinden faydalanabileceğim her üstaddan bir şeyler öğrenme taraftarı olmuşumdur. Yine bu çerçevede, Mehmed Özçay ve Osman Özçay hocalardan da çok istifade ettiğimi söylemeliyim. Yeri gelmişken şunu da ilâve edeyim: Fevzi Hoca’ya hasta iken yaptığımız ziyaretlerin sonuncusunu Mehmed Özçay ve Savaş Çevik ile birlikte yapmıştık. Elini öpüp helallik dilediğim son görüşmemiz bu olmuştu. Netice itibariyle; Cenab-ı Hakk’ın vechinden başka her şey fanîdir. İnsanlar, yaptıklarıyla anılırlar; bıraktıkları eserlerle, yetiştirdikleri insanlarla, kurdukları müesseselerle bu fani âlemde iz bırakırlar. Bununla birlikte insanoğlu kusurlardan, hatalardan münezzeh değildir. Herkesin za’fı, ayıbı, hatası vardır. Lâkin ahrete irtihal edenler hakkında menfî bahis açmak hiç kimsenin haddi değildir; olmamalıdır. Bize düşen, müspet hususiyetleriyle onları yâd etmek ve hayırlı hizmetlerinden ötürü onların rahmetle muamele görmelerini Yüce Allah’tan niyaz etmektir. Fevzi Günüç Hoca da kendisine sürekli hayır duaları edecek pek çok talebe, gözlere ve ruhlara ziyafet bahşeden birçok eser ve adından minnetle söz ettirecek müesseseler bırakarak bu fâni âlemden ebediyyet yurduna irtihal etmiştir. Allah (c.c.) rahmet eylesin.   HOCAM Prof. Dr. FEVZİ GÜNÜNÇ   Tek başına bir devletti Fevzi hocam. Peşinde koşup da yapmadığı hiçbir iş, arzu edip de vazgeçtiği hiçbir faaliyet olmadı. Güzel Sanatlar Fakültesi içinde hızla yürüyen, tüm hocaların odalarına giren, heyecanlı, sürekli aktif bir insandı. Öyle çok plan yapar ve öyle hızlı tatbik erdi ki şaşırıp kalırdık. Okula bir kütüphane kurmak isterse ertesi gün mekanı hazırlar, sonraki gün kitapları getirtir ve üçüncü gün de açardı.  Dört sene boyunca devam ettiğim fakülteye Fevzi hocamdan önce gelebilmeyi hiç başaramadım. Her sabah en geç saat yedi buçukta fakültede olur ve çalışmaya başlardı. Her zaman tertemiz giyinir, kıyafetlerinin uyumuna dikkat eder ve kıravatlarını çeşitli şekillerde bağlardı. Mustafa Cemil Efe (Hattat) Dışardan bakıldığında sert mizaçlı, ama aslında son derece duygusal bir insandı. Meşklerimize bakarken öylesine titiz davranırdı ki, muhteşem bir öğretmen olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Neyi öğretmek istiyorsa onun hakkında eşsiz birkaç kelam eder ve öğrenmemiz gereken şeyi zihnimize nakşederdi. Meşklere bakarken genellikle konuşmaz ve her hangi bir bahane üretilmesine çok kızardı. Öğrenebilmemiz için hiç fark ettirmemeye çalışarak aslında çok yorulur, yıpranırdı.  Türk halk müziğine karşı yoğun bir alakası vardı, zaman, zaman benden türkü söylememi ister ve ben türkü söylerken arkadaşların meşklerine bakardı. Maalesef vefat haberini aldığımda Nijerya da bulunuyordum. Hocamın bana öğrettiklerini ondan 7000 km uzakta Nijeryalı insanlara gösteriyordum. Dönüşüme iki gün vardı ve kahroldum, ama yapacak bir şey yoktu. Türkiye’ye döndüğümde hemen Konya’ya gidip kabrini ziyaret ettim. Mevlana hazretlerinin türbesine yakın olan kabri hayatı ve kendisi gibi nizamlı ve düzenliydi. Güzel bir iğde ağacının gölgesinde eşsiz eserler bırakmış ve amel defteri kapanmayacak bir Müslüman olarak huzur içinde yatıyordu. Dualar okudum ve teşekkür ettim. Allah ona rahmet eylesin… BİLDİĞİNİN EN ÂLÂSINI ÖĞRENCİLERİNE ÖĞRETİRDİ İnsanın sevdiği bir dostunun arkasından yazı yazması veya bir şeyler söylemesi oldukça zor olsa gerek. Onun için şairin dediği gibi: Bitmez güzelin vasfı Ağaçlar kalem olsa Sami Tokgöz Koleksiyoner Muhterem Fevzi Bey Hoca’mızın da vasıflarını cidden saymaya sayfalar da yetmez, sözler de kifayet etmez. Ama yine de bir dostu vefatından sonra yâdedebilmek, onun hakkında bildiğimiz bilgi kırıntılarını dostlarla paylaşabilmek, güzel bir şey olsa gerek. Ben diyorum ki:“Allah güzeldir, güzel olan şeyleri sever”. Fevzi Bey Kardeşimiz, bu vasıfları bihakkın üzerinde taşıyan, fevkalade vasıflara sahip bir kardeşimizdi. Kendisini birkaç zaviyeden anlatmak gerekirse, bence önce dostum Fevzi Bey‘den bahsetmek gerekir. Her zaman güler yüzlü, titiz, temiz, beyefendi, gerçekten çelebi ruhlu bir insandı. Bütün vasıflarıyla insanlara hep örnek olmuş, bunu bir zorlama olarak yapmamış, tam aksine kendine hal edindiğinden pek de güzel yerine getirmiştir. Fevzi Bey’i tanıdığım günden bugüne kadar bir kez asık bir çehre ile görmedim. Her zaman düzenli, tertipli, saçları muntazam taranmış, elbisesindeki renk uyumları fevkalade güzel bir görünümde, görende saygıyı ve sevgiyi birlikte uyandıran bir kişiliğe sahipti. Nerede görürse görsün, ne kadar meşgul olursa olsun mutlaka hal hatır sorar, hitap cümlelerindeki kelimeleri dahi bir hattat inceliği ile seçer, yerli yerine koyardı. BİLDİĞİNİN EN ÂLÂSINI ÖĞRENCİLERİNE ÖĞRETİRDİ İkinci olarak Fevzi Bey, bir hat öğrencisi idi. Muhterem Hocası Hüseyin Kutlu Bey -maruf ismiyle İmam Efendi- onun zannedersem hayatta en çok bağlı olduğu ve sevdiği kimseydi. Ben kendileriyle hat ve hatta ait meseleleri hasbıhal ederken, daima hocasına aşk derecesinde bağlı olduğunu hissederdim. Bir talebe hocasını ancak Fevzi Bey’in sevdiği kadar sevebilirdi. Hocasının yazılarını herhangi bir hattatın yazısıyla mukayese etmez, onlara ilahi bir hediye gibi bakardı. Her zaman "Hocam gibi yazan, istif yapan dünyaya gelmez Sami Abi" derdi. Onun için de kendisinin hocasına karşı bu saygı ve sevgisinin, talebelerinin de kendisine karşı aynı hassasiyeti göstermelerine bir vesile olduğu kanaatindeyim. Öğrencileri, hocalarını cidden katıksız severler, ona sadakatle verdiği dersleri yaparlar, hocalarının yüzünü güldürmeye çalışırlar, profesör olmasına rağmen, her zaman, her mahfilde yanına giderler, görüşlerini alırlardı. Fevzi Hoca da araya hiçbir protokol koymaz, erkek kız bütün öğrencilerine eşit davranır, bildiğinin en âlâsını öğrencilerine öğretmek sevdasını taşırdı. İlahiyat Fakültesi’nden Güzel Sanatlar Fakültesine gelince, kendisinden önceki kurucu hoca olarak bulunan Hüseyin Öksüz Bey’le abi kardeş hukukuna dayalı olarak “daha iyi nasıl yapabiliriz” gayretiyle fakültelerini en iyi seviyeye getirmişlerdir. Kendi asistanları, kendi öğrencileri hocanın kıymet verip sevdiği kimselerdi. Ben kendilerinin kıskançlık gibi kapris türü hareketlerini ne gördüm ne de hissettim. Her zaman tevazu ile insanlara yaklaşmasını bilmiş, insanların gönlünde ve gözünde layık olduğu kıymeti de görmüştür. Kendileri fevkalade bir babanın evlatları, fevkalade evlatların babası, gelininin ve damadının fevkalade babaları olmuştur. HOCASI HÜSEYİN KUTLU BEYE MUHABBETİ SONSUZDU Fevzi Bey deyince kendisini Sadrettin Özçimi Bey’den ayrı hiç düşünememişimdir. İkisi hep uyumlu bir dost ve kardeş olmuşlardır. Sadrettin Bey’i gördüğü zaman memnun olduğu her hal ve hareketinden belli olurdu. Sadrettin Bey de Fevzi Bey’e karşı her zaman aynı duygularla dolu olduğunu tavırlarıyla belli ederdi. Bir gün muhterem hocası İmam Efendi’yi, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’ndeki vazifesi sırasında ziyaretimde Fevzi Bey de tevafuken oradalardı. Fevzi Bey’i hayatım boyunca gördüğüm en mutlu günü herhalde o günüydü. Hocasının yanında o kadar rahattı ki, yüzünden gülümseme sanki bir nur şulesi gibi etrafı aydınlatıyordu. Bunun sebebini kendi kendime irdelediğimde hocasına karşı olan aşırı muhabbetinin tezahürü olduğu kanaati bendenizde hâsıl olmuştu. “Âlimin ölümü alemin ölümü” demişler. Cidden yeri dolmaz bir dostumuz, kardeşimizdi. Cenazesindeki cemi gafirin “iyibilirdik” şehadetlerine fevkalade liyakatlerinin olduğunu, şehadet edenlerin şehadetlerini çok uygun bir insan üzerine yaptıklarına hepimiz şahidiz. Şimdi bu ayrılık kısa bir zaman için. Tekrar görüşeceğiz, bundan hiç şüphem yok. Bizden önce inşaallah Cennet-ü Âlâ’da olacaktır. Bir latife olarak şunu arz etmek isterim ki, fakire bir hilye yazacaklardı. Eğer bizim cennete girme gibi durumumuz olmazsa, orada Fevzi Bey’den istediğim hilye bahanesiyle yanında olmayı bütün canımla gönlümle arzu ediyorum. Üstadın yanına postu serdik mi inşaallah oradan kimse de çıkarmaz. Rabbimiz lütfetsin ihsan buyursun. Amin. Hastalığı boyunca hep moralini zirvede tutmuş, hep güler yüzle tatlı dille etrafına imanlı bir insanın nasıl olması gerektiğine en güzel örnek olmuştur. Allah (cc) Hazretleri bu dostumuz gibi yaşayıp, onun gibi arkamızda hayırlı eserler bırakarak güzel insanların toplandığı diyara gitmeyi bizlere de nasip eylesin.

detaylı bilgi
Hezarfen Mesut Usta ile naht hilye üzerine

Hezarfen Mesut Usta ile naht hilye üzerine

Hat, tezhip, ebru, minyatür, naht, kalemişi, sedef-metal kesme ustası Mesut Dikel ile naht hilye üzerine hasbıhal ettik    İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni - Kültür Servisi  Mesut Dikel hat, tezhip, ebru, minyatür, naht, kalemişi, sedef-metal kesme ustası. Hezarfen bir şahsiyet... Ressam, öğretmen, grafiker, fotoğraf sanatçısı Mesut Hoca Çukurova bölgesinde İslam-Türk sanatlarına bir yandan yeni isimler diğer yandan da yeni eserler kazandırıyor. Hezarfen Mesut Dikel Hoca naht hilye-i şerifeyi keserek bu alanda sanat tarihimizdeki ilk çalışmaya imzasını attı... Mesut hoca ile naht hilye üzerine hasbıhal ettik.   İbrahim Ethem Gören: Mesut Bey ne kadar zamandır naht çalışıyorsunuz? Nahtta ustanız kimdir? Mesut Dikel: İbrahim Bey, öncelikle Geleneksel Sanatlarımıza karşı duyarlılığınız için çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun. İlk naht (testere işi ahşap kesim) çalışmalarımı 12-13 yaşlarımda ortaokul yıllarımda yapmaya başladım. Üniversitemin ilk yıllarında hocam, Prof. Dr. Mehmet Zeki Kuşoğlu'nu tanımış olmam benim ufkumu çok daha farklı bir şekilde genişletti. Naht Sanatı ile birlikte Metal, Sedef kesim çalışmalarına da başlamış oldum. Diyebilirim ki 35 yıldır bu sanat ile iç içeyim.   Naht Hilye-i Şerif bildiğim kadarıyla ilk defa denendi. Naht hilye fikri nasıl oluştu? Naht kesim Hilye-i Şerife tarihte bilinen ilk kesim naçizane bu fakire nasip olmuştur. İki yıl önce de 3 mm kalınlığındaki sarı metal malzemeden Hilye-i Şerife kesmiştim.   Ne kadar zamanda bitti? 18 ayda tamamlanabilmiştir.   Naht hilyeye gelecek olursak... Az önce de arz ettiğim gibi naht hilye ilk defa ortaya yapıldı. Naht Hilye-i Şerife'nin yazısını Hattat Ahmet Zeki Yavaş beyin Sülüs-Nesih yazı ile yazdığı bir düzenlemeden yola çıkarak kesmeye başladım. Yine bir hattat olan naçizane şahsım tarafından, harflerin anatomisine sadık kalınarak kesilen tarihteki ilk Hilye-i Şerif olma özelliğini taşımaktadır. Naht fikri malumunuz sizlerin de vesilesiyle gerçekleşti. Hattat Ahmet Zeki Yavaş Bey, İstanbul'da böyle bir çalışmasını kestireceği bir Naht sanatçısı arayışı içindeyken sizlerin önermesi ile Ahmet Bey ile görüştük ve "Bismillah" diyerek kolları sıvayıp gerçekleştirmiş olduk.   Hilye-i Şerife'de kullandığınız malzeme hakkında bilgi verir misiniz? Eserin teknik özellikleri nelerdir? Hilye-i Şerife'de kullandığımız malzeme 5 mm. sert kayın su kontrasıdır, nemden ve sudan etkilenmeyen bir malzeme oluşu sebebiyle tercih edilmiştir. Çok uzun yıllar formunu, özelliğini kaybetmeden kalabilme özelliği vardır. Yazı olarak Sülüs-Nesih yazı tercih edilmiştir. En üst motif çizgisinden en aşağıya kadar hilyenin uzunluğu 120 cm'dir. NAHT HİLYE TARİHTE BİR İLK Tasarım da size mi ait? Şimdi elimde ikinci naht hilye var... Birinci kestiğim Naht Hilye-i Şerife'nin yazısı arz ettiğim gibi Hattat Ahmet Zeki Yavaş Bey üstadımıza aittir. İkinci kestiğim, -halen şu an devam ediyorum- hilyenin tezyinatı, sülüs yazısı ve naht kesimi bu fakire ait olup yine bir ilki barındırmaktadır. Her şeyiyle şahsıma ait olduğu için yine tarihte bir ilktir.   Hilye üzerinde çalışırken nerelerde zorlandınız? Sülüs yazıyı kesmek nisbeten kolay olsa gerek. Sanırım ustalık nesih yazıyı keserken ortaya çıkıyor?   Sülüs-Nesih Hilye-i Şerif kesiminde tezyinat unsurlarının kesimi her ne kadar zaman alsa da parçaların büyüklüğü, tesviye yapılmaya müsait olması avantaj. Lakin yazı kısmında parçaların çok küçüklüğü tesviye; yani eğe ile düzeltmeye imkan vermemektedir. Hızlı kesemiyorsunuz aksine çok yavaş kesmek zorundasınız, yazının anatomisini bozmadan kesmek gerçekten çok ciddi ve zor bir mesele. En küçük hatada aynı harfi tekrar kesmek zorundasınız. Nesih, haliyle zor, çok ince yerlerde, harekelerde milimlik alanda kesim yapıyorsunuz, saatler sürüyor kesim çalışmanız. Bazen dalıyorsunuz... Aralıksız günde 8-10 saat kesim yaptığımı hatırlıyorum. SÜLÜS YAZIYI KESMEK DAHA ZOR Yazıların şahı olarak bilinen Sülüs yazıyı kesmeyi mukayese edersek nesihten daha zor oldu. Sebebi sülüs yazıda en küçük bir anatomik sıkıntı kendini belli ediyor sırıtıyor. Sülüs mü? Nesih mi? diye karşılaştırmak gerekirse gerçekten ikisi de zor... Yazı kurallarını bilen birisi olarak Sülüs yazı beni daha çok zorladı diyebilirim. Hilye-i Şerif kesiminin bir diğer zorluğu kesilen, çıkan binlerce parçalar. Naht hilye ne kadar zamanda ortaya çıktı? Günde belirli zaman dilimlerini kullanarak yaklaşık 6-7 hafta sürdü. Genelde bu tarz işlerde zaman tutma özelliğim vardır. 310-320 saat emek verilmiştir ilk çalışmaya. İkinci kestiğim Sülüs Hilye-i Şerif daha bitmemesine rağmen 360 saat geride kalmıştır. Tahminen 550 saati geçecek tamamlandığında... Çünkü tezyinat bölümü çok işçilik barındırmaktadır. İlk ahşap naht hilye denemenizden neler öğrendiniz? İkinci ve sonraki denemelerinizde önceki tecrübeleriniz size ne türden katkılar sağladı? İlk ahşap naht kesiminin her miliminde insan haliyle çok şeyler öğreniyor. Tecrübeler yenileniyor. Malumunuz çok uzun yıllardır metal kesmekteyim. Metal, kesimi ahşaba nisbeten çok daha zordur. Ahşapta kolay yol alırsınız, keseceğiniz malzemenin metalden yumuşak olması avantajdır. Metal, ahşaba nisbeten üç katı daha zordur ve çok yavaş ilerler... Sedef ise metalden çok ve çok daha zordur. Bir defa sedef kırılgan bir malzemedir, taş misali serttir. Bir kaç cm.'lik alan bazen günlerinizi almaktadır. Naht, bu zorlukları bilen birisi olarak, daha zor kesimlerden tecrübe kazandığımız için ahşap kesim haliyle pek zorlamadı desem yeridir. Sadece, sanatlı kesim zaman almakta... İşçilik kalitesini ve sanatı düşündüğümüz zaman iş gerçekten zor... Ama şükür ve zikirle niyet ederek başladığınız her iş Rabbimizin de lütfüyle kolaylaşmaktadır. NAHT HİLYEDE EN SON HAREKELER YAPIŞTIRILIR Hilyenin oluşum sürecini (tasarımdan kesime ve parçaların birleştirilerek verniklenmesine kadar) kısaca anlatır mısınız? Hilye-i Şerife'yi yazıldıktan sonra tezyinat unsurları devreye girer. Yani motif kısımları çizilir. Bunlar tamamlanmış ise istenilen ölçüde çok temiz olmak şartı ile lazer kopyası alınır. Alınan kopya sayısı mümkünse 4-5 adet olması gerekir. Her seferinde aynı ölçüde çıkış olmak mümkün olmamaktadır. Bir tanesini, keseceğiniz ahşap üzerine yapıştırıcı ile yapıştırırsınız, diğerini ise düz bir zemin üzerine koyup sabitlersiniz. Her bir parça ilgili yerlerinden delinir, kolay kesmek üzere parçalara ayrılır... Kesim sırası, genelde önce motif de olabilir yazı da olabilir... Yazıdan başlanmışsa çıkan her parça tek tek düz bir zemin üzerindeki ikinci kopya kâğıdı yazıların üzerindeki ilgili yere yapıştırmadan koyarsınız. Bundaki amaç şudur: Hangi parça nereye ait, hangi harf, hareke nerenin... Bunu yapmadığınız takdirde ilgili parçaları doğru yere koyamazsınız, karmaşa olur. Kesme yaparken kesilen her parçanın üzerindeki yapıştırılan kağıt hassas şekilde çıkartılır ve yine çok hassa şekilde zımpara işlemi çift yönden yapılır. Bu aşama çok hassastır zımpara yaparken minik parçalara zarar verebilirsiniz. Tüm kesim bittikten sonra önceden hazırlanmış ahşap zemin üzerine hilyenin çizimi yapılır ya da kopya kâğıdı ile hassas şekilde tüm parçalar çizilir. Bu zemin üzerine kesilen tüm parçalar taşınır ve yerleştirilir. Doğru yerleştirildiğinden emin olunduktan sonra belli bir sıra takip ederek mesela en dıştan içe doğru veya önce tezyinat kısmı sonra yazı kısmı tek tek yapıştırılır. En son harekeler yapıştırılır. Kuruma işlemi gerçekleştikten sonra vernik işlemi yapılır. HAT YAZISINI KESECEK TEKNOLOJİ HENÜZ İCAT EDİLMEDİ! Kesim malzemeleri hakkında da bilgi verir misiniz üstadım? Kesim işlemi tamamen el testeresi ile yapılır. Kullanılacak testere uçları beş sıfır, yedi sıfır gibi çok ince uçlardır. Günümüzde testere makineleri mevcut lakin bu kadar küçük parçayı bu kadar hassas kesebilme imkân ve ihtimalleri yok. Cnc, lazer kesim, su jeti gibi teknolojiyi takip eden birisiyim. Elde yazılmış bir yazıyı şu an için kesecek teknoloji halen mevcut değil ne yazık ki... Bazı dostlarımız naht hilye kesimi her ne kadar teknoloji ile çözülebilinir deseler de bu şimdilik mümkün değildir. Neden mümkün değil? Çünkü yazılarınızı bilgisayar ortamında çok ciddi ve hassas şekilde çizmeniz gerekir. Çizim yapılsa bile karşımıza anormal maliyet çıkıyor. Maliyet bir kenara el emeğinin yerini hiçbir şey alamaz. Ben kesimlerimde çok farklı teknikler deniyorum; kendime özel bu teknikleri şu an için teknoloji marifetiyle yapmak mümkün gözükmemektedir. Naçizane natürel naht kesmeyi seviyorum. Ağacın doğal yapısı hep terci sebebim olmuştur. Bu nedenle çok uzun yıllar göze ve gönüllere hitap edecek eserler çıkarmak muradımdır. Naht hilye çalışmak isteyen sanatkârlara tavsiyeleriniz neler olacaktır? Ülkemizde naht sanatını yapan ciddi manada üç beş kişiyiz. Nahtı hatla birlikte, hattat olarak yapan galiba iki kişiyiz. Dileğimiz sayımızın daha da artmasıdır. Son zamanlarda naht sanatına ilgi artmaktadır bu çok sevindirici olmakla birlikte, kesimlerin kalitesizliği, yazıların anatomik bozuklukları ve yanlışlıklarının had safhada olması bizleri üzmektedir. Naht sanatına gönül verenlere olmazsa olmaz tavsiyem şudur: Naht sanatkârı arkadaşlarımız bilhassa Hüsn-i Hat kesimlerinde icazetli bir hattatta kesimleri hakkında danışarak eserine hattatın yorumlarını dâhil ederek devam etmesidir. Keza tezyinat konusunda da bir müzehhipten destek almaları gerekir. Kesecekleri kompozisyon ve istiflerinin sahipleri yaşıyorsa onları kullanacakları zaman muhakkak izin alarak kesmelerini salık veriyorum.  

detaylı bilgi
TUBA RUHENGİZ AZAKLI İLE EBRU SANATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ..

TUBA RUHENGİZ AZAKLI İLE EBRU SANATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ..

Ebrucu Azaklı: Ebru yaparken kalbini doğru tut! İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi'nde hizmet etmekte olan ebrucu Tuba Ruhengiz Azaklı ile öznesinde ebru olan bir söyleşi yaptık. İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni - Kültür Servisi Ebru sanatı usta ebrucularımızın teknelerinin içinde hayatiyetini sürdürüyor. İstanbul'un; bir atım öte Türkiye'nin hemen her yerinde kadim ebru sanatının inceliklerine vakıf olan ustalar, yeni eserler ve isimlerle ebru iklimine yeni rüzgârlar taşıyor... Ebru sanatımıza atölyesinde ve İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi'nde hizmet etmekte olan ebrucu Tuba Ruhengiz Azaklı öznesinde ebru olan sorularımızı cevapladı... Önce tohum düşer toprağa... Tekneye de bir damla boya konur... Sonra sap ve yapraklar filizlenir. Teknede büyüyen noktadan sap ve yapraklar iğne yardımı ile çıkarılır. Sonra çiçeğin başı filizlenir. Teknedeki sapın tepesine alev kırmızısı bir damla boya düşer. Sonra çiçek tüm güzelliği ile güneşe doğru açılır. Teknedeki çiçek de son halini alır.   İbrahim Ethem Gören: Tuba Hanım sizi tanıyabilir miyiz? Tuba Ruhengiz Azaklı: 1984 yılında Erzurum'da doğdum. Babamın öğretmenliği nedeniyle çocukluk yıllarım birçok farklı şehirde geçti. 2001 yılında Bandırma İHL'den mezun olarak Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde İlahiyat Fakültesi'ne başladım. 2006 yılında fakülteyi bitirip İstanbul'a geldim. Sanat hayatım yoğun olarak İstanbul'da başladı diyebilirim. Fuat Başar Hocam ile Hat ve Ebru eğitimine devam ettim. Aynı yıl başladığım Marmara Üniversitesi, İslam Sanatları Tarihi bölümü yüksek lisans eğitimimi 2008 yılında Yahya Efendi Kabristanı mezar taşlarını konu alan tezimi vererek tamamladım. Bu dönemde Prof. Dr. Semavi Eyice, Prof. Dr. M. Hüsrev Subaşı, Prof. Dr. Muhittin Serin, Prof. Dr. Selçuk Mülayim gibi çok değerli hocalardan ders alma fırsatım oldu. Tez çalışmalarım devam ederken bir müddet Klasik Türk Sanatları Vakfı'nın Eğitim Koordinatörlüğü görevinde bulundum. 2009 yılında evlendim ve Üsküdar'da atölyemi açtım. Şu an İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi'nde ve şahsî atölyemde çalışmalarıma devam etmekteyim. Aynı zamanda 3 yıldır bitki ressamlığı yapmaktayım.   ZAMANI GELİNCE EBRUYA "BİSMİLLAH" DEDİM   Ebru sanatı ile nasıl hemhal olmaya başladınız? Ebruyla çok küçük yaşlarda, anneannemin evinde dayımın teknesi ile tanıştım. O zaman ebru bana mucize gibi, dayım da sihirbaz gibi görünmüştü. Fırçayla, boyayla tekne başında tanışmam ise üniversite yıllarında oldu. Kendimi bildim bileli içimde var olan sanat aşkı, beni arayışa sevk etti. Resme olan ilgimi, üniversitede hat sanatına ve ebruya yönelttim. Ebru hep aklımdaydı ama başlamak için cesaret edemiyordum. Zamanın geldiğini hissedince "Bismillah" dedim, fırçayı elime aldım. Hâlâ fırçam elimde.     EBRUDA NE BİLİYORSAM ÖĞRETME GAYRETİNDEYİM  Şimdilerde neler yapıyorsunuz? Ebru sanatıyla ilgili araştırmalar yapmaya, yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum. Diğer yandan bildiğim ne varsa talep edenlere vermeye çalışıyorum. Ebru sanatını bozmadan, aslına uygun bir şekilde geliştirmeye, bu sanata yeni bir soluk getirmeye gayret ediyorum. Birkaç projem var. Onların üzerinde çalışıyorum.   TALEBENİN HOCASINDAN HER ZAMAN ÖĞRENECEĞİ BİR ŞEYLER VARDIR  Klasik sanatlarda hoca-talebe münasebeti üzerine düşünceleriniz nelerdir? Talebede hocanın ilmine, emeğine saygı, hocada ise "talebem iyi öğrensin, beni de geçsin " niyeti olmalı bence. Bir hoca talebesine kendi eseriymiş gibi bakarsa, onu en iyi seviyeye getirmek için uğraşır. Onu kıskanmaz. Her bildiğini öğretir. Talebe de sanatı öğrendikten sonra, "İşim bitti, alacağımı aldım" diyerek çekip gitmemelidir. Bizim sanatlarımızda hoca-talebe ilişkisi ölene kadar bitmez. Hatta öldükten sonra da mana âleminde hocasından istifade edenlerin olduğunu biliyorum. Hoca ile talebe ömür boyu görüşür. Talebenin her zaman hocadan alacağı, öğreneceği bir şeyler vardır.   Ebru öğreticiliği ebrucuya neler katıyor? Sadece ebru değil, her ilmin öğreticiliği, öğreten kişi için eğitimdir bence.  İnsan, heybesinde olanın farkına onları öğrettiği vakit varıyor. Ve birçok şeyi öğretirken öğreniyor insan. Ayrıca aktardığınız ilmin başka bir insandaki yansımalarını seyretmek, karşınızdakinin sizden öğrendikleriyle yetiştiğini görmek bambaşka bir mutluluk.   Lale ebrusu özelinde soracak olursak sizce güzel bir çiçek ebrusu hangi hususiyetleri haiz olmalıdır? Öncelikle ebru, denge ve ölçü unsurlarına uygun olmalıdır. Tabi ki üsluplaştırma olduğu için çiçeğin bazı uzuvları abartılı yapılabilir. Vurgulanmak istenen kısım ön plana çıkarılabilir. Ama bunun gözü rahatsız etmemesi, kendi içinde denge ve ölçü ile yapılması gerekir. Çiçeğin sayfa içine orantılı yerleştirilmesi, ağırlık noktasının belirlenmesi, estetik duruş verilmesi önemlidir. Bir diğer önemli hususiyet yapılan ebrunun şirin olmasıdır. Ebru, bakan kişide güzel duygular uyandırmalı, gönlüne sıcaklık doldurmalı insanın. Bazen bir ebruya baktığınız zaman her şeyin usulüne uygun olduğunu, ölçülerin ve renklerin yerinde kullanıldığını görürsünüz. Ama soğuk bir duruşu vardır. O eseri izlemek keyif vermez. Bu hususiyet, ölçünün, kaidenin ötesinde bir hususiyettir.     EBRU YAPARKEN KALBİNİ DOĞRU TUT  Bir ebruyu tekneden çıkardığınızda neler düşünürsünüz? Ebruyu tekneden çıkaracağım zaman istisnasız heyecanlanırım. Çünkü son ana kadar sürprizlere açık bir sanattır ebru. Diğer sanat dalları gibi değildir. Sizin kontrolünüz dışında cereyan eden pek çok hadise vardır. Ebruyu tekneden çıkardıktan sonra da heyecanla izlerim. Bununla beraber tekneye pozitif enerji göndermeye gayret ediyorum. Bunun etkisini defalarca kez tecrübe ettim. "Eyvah, boyalar akacak" dediğiniz an boyanın akması kaçınılmaz. O yüzden hocam ebru yaparken ve ebruyu tekneden alırken "Kalbini doğru tut" diye nasihat eder hep.   EBRU TEKNESİ İNSAN PSİKOLOJİSİNDEN ETKİLENİR  Yaklaşık 10 yıldır ebru yapıyorsunuz? Talebelerinize ebru öğretiyorsunuz? Bu süreçte ebru size ne öğretti? Bu zaman zarfı bana, ebruyu öğrenme sürecimin asla bitmeyeceğini öğretti. Her gün yeni bir şeyler keşfediyorum. Teknenin, boyanın, fırçanın yeni bir huyunu öğreniyorum. Sürprizlerle dolu bir sanat ebru... Zamanla daha fazla hâkim olup daha iyi kontrol edebilseniz de hiçbir zaman tam anlamıyla ipleri elinizde tutamıyorsunuz. Teknenin canı ne vermek isterse onu veriyor size.  Özenerek hazırladığım bir tekneden hiçbir şey alamadığıma, baştan savma hazırladığım tekneden nefis ebruların çıktığına şahit oldum defalarca kez. Ebru öğretirken de keşfettiğim bir hususiyettir bu. Tekne herkese farklı cevap veriyor. Aynı teknede aynı malzemeyle ebru yapan iki kişinin ebrusu bambaşka çıkabiliyor. Bazen bütün malzemeyi kuralına uygun hazırlamama rağmen, ebru yapan kişiye göre teknenin hırçınlaştığına, sonuç vermediğine de şahit oldum. Bu durum bana teknenin canlı olduğunu, insan psikolojisinden son derece etkilendiğini öğretti.     Ebru ile tabiat arasında nasıl bir ilişki kurarsınız? Tabiatın ana unsurları toprak ve su... Ebru ise toprak boyaların su üzerinde dansı... Ve insanın da aynı materyalden, toprak ve sudan yaratılmış olması... Bu yüzden doğaya ve insana bu kadar yakın ebru... Temelde var olan bu benzerliğin yanı sıra, ustalar, ebruda çiçeğin yapılışını rastgele değil, doğadaki nizamına, aşamalarına uygun şekilde belirlemişler. Önce tohum düşer toprağa... Tekneye de bir damla boya konur... Sonra sap ve yapraklar filizlenir. Teknede büyüyen noktadan sap ve yapraklar iğne yardımı ile çıkarılır. Sonra çiçeğin başı filizlenir. Teknedeki sapın tepesine alev kırmızısı bir damla boya düşer. Sonra çiçek tüm güzelliği ile güneşe doğru açılır. Teknedeki çiçek de son halini alır. Bir diğer husus şudur ki, ebru sanatı ve diğer klasik sanatlar, doğayı birebir taklit etmez. Bu, yetenek eksikliğinden değil, kul olmanın bilinci ile stilize etme yoluna gitmekten kaynaklanır. Yaratılan güzelliklere hayranlığın bir ifadesi olarak stilize etme yoluna gidilmiştir.   SANAT MANEVİ TERBİYE YOLUDUR  Gelenekli sanatlarda ve bahusus ebru sanatında sabrın yeri ve tevazuun yeri üzerine neler söylemek istersiniz? Sanat, manevî terbiye yoludur. Osmanlı,  sanatı insanın ruhî ve manevî terbiyesi için kullanmış ve gençlere bu vasıta ile hayat disiplini kazandırmıştır. Aynı zamanda bizim sanatımıza, Allah'ın yarattıklarına hayran olmanın bir göstergesi olarak bakılmalıdır. Sanatla uğraşan kişi de bu bilince sahip olmalıdır. "Ben yaptım" dememeli, "Allah'ın yarattığı güzelliklerin ortaya çıkmasında, Allah'ın hediye olarak verdiği yetenekle ve uzuvlarla aracı oldum" bilincini taşımalıdır. Herkes bu düşünceye sahip olabilse, sanatkârlar arasında sürtüşmeler, kavgalar da olmaz. Bu bilinci kaybettik maalesef. Hocam bu konuyla bağlantılı olarak şu örneği verirdi. Kıymetli hattatlarımızdan biri, güzel yazılar yazdığı zaman; "Azizim, bu gece yine iyi yazdırdılar" dermiş. Sanatta tevâzuu anlatan bundan güzel örnek bilmiyorum. Sanatlarımız, kişiye güzel hasletler kazandırma, her işini güzel ve ahenk içinde yapma duygusunu aşılamasının yanında, kişiye sabretmeyi öğreten bir yöne de sahiptir. Ebru eğitiminde talebe hemen tekne başına oturtulmaz. Onu meşakkatli bir yol beklemektedir. Ustalar önce boya ezdirir, fırça bağlatır. Bunun sebeb-i hikmeti hem sabrı öğretmektir, hem de bu sanatların bu günlere o kadar kolay gelmediğini anlatmaktır bence. Biz şu an bütün malzemeleri hazır buluyoruz. Su üzerinde boyaları sağa sola da çekebiliyoruz. Bizim bilgisine vâkıf olup hemen yaptığımız şeyi, ustalarımız zamanında keşfetmek için aylarca, yıllarca çalışmışlar. Hocanın dört-beş sene uğraşıp keşfettiği bilgiyi öğrenci bir çırpıda öğrenmek ister. Hoca ise onun biraz emek sarf edip, kendi kendine keşif için çırpınmasını ister haklı olarak. Kişi gerçek bir sanatçı olmak istiyorsa, hazır bilgiye konmak yerine sabredip keşif için biraz ter dökmelidir.     Ebru sabrı öğretiyor mu? Ben kendi adıma bu konuda ebrunun bana çok şey kattığını söyleyebilirim. Zamanla normal hayatta da sabır ve sükûnet içinde beklemeyi öğretiyor insana.  Bir ebrucunun ebru sanatı için olmazsa olmazı ne olmalıdır?   Hocaya saygı, bilgi, tecrübe, yetenek ve hayal gücü bu sanatın olmazsa olmazıdır. Bunların tamamına sahip olmayan kişi, daha önce yapılanları taklitten öteye geçemez.   Klasik ebruda yeni arayışlar içine giriyor musunuz? Ben, sanatlarımızın ana kaide ve kurallarına uymak kaydıyla, geliştirilmesi, yeni boyutlar kazanması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden yeni arayışlar içine giriyorum. Bu konudaki düşüncelerim eleştirilebilir... Ama ben klasik sanatların bir döneme takılıp kalmasını, bir noktada saplanıp bir adım öteye gitmemesini anlamsız buluyorum. Belli kaideler ve kurallar çerçevesinde gelişmeli, her gerçek sanatkârla beraber bir adım öteye gitmeli ve akıp giden zaman içerisinde bu yolla yaşamaya devam etmeli bence. Klasik ebru konusunda aşırı katı görüşte olan hocalarıma şu soruyu sormak isterim; Mustafa Düzgünman hocamızın, 50 sene daha ömrü olsaydı geldiği son noktayı tekrar edip durur muydu? Yoksa yeni denemeler yapar mıydı? Mesela gül ebrusunu geliştirir miydi? Veya hocanın bahçesinde kır papatyası değil de lilyum çiçeği olsaydı bu çiçeği dener miydi?  Bence bu mesele üzerinde düşünmeye değer bir konu... Bu soruyu hocanın ilk başladığı nokta ile son geldiği nokta arasındaki farka ve bu sanata olan katkılarına bakarak cevaplayabiliriz. Kişi, klasik ebruyu etraflıca öğrendikten ve bu sanata uzun yıllar emek verdikten sonra farklı çiçekler ve farklı metotlar denemelidir bence.   Tekneden çıkan ebruya resim ve minyatür unsurlarının eklenmesi hususundaki kanaatleriniz nelerdir? Ben klasik sanatların birbirini tamamladığını ve birbirine yakıştığını düşünüyorum. Günümüzde tezhip, minyatür, katı' sanatlarından oluşan karma eserler üretiliyor ve birçok kesim tarafından beğeniliyor. Ortaya güzel sonuçlar çıkıyorsa neden olmasın.     EBRU HOBİ DEĞİL; ATA SANATIDIR  Ebru sevdalılarına nasıl bir mesaj vermek istersiniz?   Bu işe samimi niyetlerle başlayanların Allah yolunu açık etsin. Bu sanat bizim hoşça vakit geçireceğimiz hobimiz değil, ata sanatımızdır... Bunun bilincinde olmalıyız. Bir diğer mesajım; Kişi, teknenin sürprizlerle dolu olduğunu ve kırk yıl bile geçse tekneden ebru sanatıyla ilgili yeni bir şey öğrenebileceğini unutmamalıdır. Gerçi tekne bunu arada hatırlatır zaten...  

detaylı bilgi
Hat sanatında bir köprü insan: Halim Efendi

Hat sanatında bir köprü insan: Halim Efendi

Dünya Bizim Hattat Mustafa Halim Özyazıcı 'kalemi kendine esir etmiş ve yenmiş olan bir hattat' olup, nev'i şahsına münhasır müstesna bir kabiliyettir.    Hattat Halim Efendi'nin vefat yıl dönümü dolayısıyla Dünya Bizim'e bir yazı hazırlama sözü vermiştim. "Hattat'ımızın vefatı 30 Ekim olmalı" mülahazasıyla rahatlık içerisindeyken GYY'den e-posta adresime hatırlatma mesajı geldi. Oysa Halim Efendi Üstadımızın vefat yıl dönümü 30 Eylül'deymiş. "Bugün, yarın yazıp göndereyim" dedim ve mesajı okuduğum gecenin sabah namazı vaktinin sonrasında öznesinde Halim Efendi merhum olan yazıya başladım. Sekiz-on paragraf kadar yazdıktan sonra uyku galebe geldi. Halim Efendi rüyamı teşrif etti. Ellerinden öptüm, çok sevdiğini büyüklerimde yaptığım gibi ellerini yüzüme sürdüm. Kanepenin kenarına ilişti. Hasbihal ettik. Sülüs besmele yazdı, fakir için bir defter yaprağının üzerine. Hemen önünde masa varken masanın üzerinde yazmadı, yazıyı öylece sağ dizinin üzerinde yazdı. Sülüs besmelede kurşun kalem kullandı. Hazır Halim Efendi'yi bulmuşken evde aharlı kâğıt, is mürekkebi, kamış kalem aramaya koyuldum, rüya ya, bulamadım işte. Böylece Halim Efendiyle bir teşrik-i mesaimiz oldu hayâl âleminde olsa da. Değerli okuyucu, iş bu vefat haberi de böylelikle tekemmül etti.   Hattat Mustafa Halim Özyazıcı 01.02.1898 tarihinde Asitane'de doğar ve takvimin yaprakları 30.09.1964'ü gösterdiğinde aynı şehirde ukba âlemine bir Şehbal kuşunun kanatlarının üzerinde uçup gider. Bundan tam 49 yıl önce Cevizlibağ'da Mustafa Halim Özyazıcı'ya çarpan araç, dönemin en mahir hattatını fani dünyadan bekâ âlemine yolcu ettiğini bilmiyordu. Eğer biliyorsa Dr. Berk'in iddia ettiği gibi cinayete kurban gitti Halim Efendi. Bu husus bahs-i ahar.   Halim Efendi'nin ilk ketebesi Nalincizade Mustafa Küçük yaşlardan itibaren hat sanatına alaka duyan Halim Efendi, ilk yazılarını kundura imalatçısı olan babasının dükkânında bulduğu ayakkabı kalıp kartonlarının üzerine meşk eder. Hattat İsmet Gülnihal'in Güngören'deki arşivinde incelediğim mezkûr kundura kalıplarında Halim Efendi'nin yazdığı ilk hurufat denemelerine "Naliııcizade Mustafa" ketebesini koyduğunu gördüm. Halim Efendi, Rakım mesleğini, eskilerin efradını cami a'yarını mani dedikleri tarzda Miladi takvimin yaprakları 1916'yı gösterirken Medresetül Hattatin'de öğrenir. Burada rahle şerikleri Hamid ve Süheyl Beylerle birlikte Reisül-Hattâtin Hacı Ahmed Kamil Akdik'e, Kur'an-ı Kerim hattatı Hasan Rıza Efendi'ye, divani yazı hocası Ferid Bey'e, talik hocası Mehmed Hulûsi Efendi'ye, celi sülüs hocası Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer'e, sülüs ve nesih hocası Beşiktaşlı Nuri Efendi'ye, kufi hocası Emirzade Kemaleddin Bey'e talebe olur. Mektepte ebru gösterip ahar Öğreten Necmeddin Efendi'den tefeyyüz eder, arada bir tezhip hocası Bahaeddin Efendi'ye ve minyatür hocası İranlı Tâhirzâde Hüseyin Behzad'a selam verir. Halim Efendi, Hasan Rıza Efendi'den tefeyyüz ederek, hat sanatında ustalığını Kur'an-ı Kerim hattatı olarak bilinen Hasan Rıza Efendi'den kesbeder. Medresetül Hattatin'den hocalarının tamamının imzası bulunan ve "icazetnamem" dediği vesika ile mezun olur. Kalemi kendine esir etti Mustafa Halim Efendi, Necmeddin Efendi'nin tesbitiyle "kalemi kendine esir etmiş ve yenmiş olan bir hattat" olup, ney'i şahsına münhasır, müstesna bir kabiliyettir. Kamış kaleminden aklam-ı sittenin her nev'inde, birbirinden âlâ. yazılar neşet eden hattatımızın talik yazısının sülüsle, nesih yazısının divani ile müsabaka halinde olduğu vakıa mutabık olan bir hakikattir.   Halim Efendi velud bir hattattı, çok yazı yazmıştı. "Çok" derken, irili-ufaklı binlerce, on binlerce yazıdan bahsediyoruz. Halim Efendi, hayata ve hakikate dair hemen her şeyi yazdı. Ayet-i kerimeler, cüzler, hadis-i şerifler, kelam-ı kibarlar, kasideler, şiirler, na'tlar, marşlar, cami yazıları, şehir, belde, apartman isimleri, tuğralar, kartvizitler, fatura defterleri...   Temin ettiği her türlü malzemenin üzerine yazdı Halim Efendi yazı yazmanın, kamış kalemden zikir sesi almanın mümkün olduğu hemen her şeyin üzerine yazdı. Aharlı kağıt, ebru kâğıdı, kuşe kâğıdı, eskiz kağıdı, aydınger, kumaş, teneke, cam, tahta, ayakkabı karton, pelür kağıdı... El-Hac Mustafa Halim eline nasıl bir malzeme geçerse geçsin üzerinde mutlaka en az bir kez meşk etmiş. Hattat Özyazıcı, yazmayı düşündüğü levhaları önce küçük defterlere yazar. Bu defterlerin üzerinde temrinde bulunur. Celi yazılarının minyatürlerini de yine küçük kâğıtlara yazar. Bir zaman içinde onlarca sülüs yazı denemesi olan bir defterini incelemiştim.   Harf devrimi olunca hattat aileleri nasıl geçindi? Bu ülke nice inkılaplara, darbelere tanıklık etti. Darbelerin tarihini 1960'lardan başlatma gibi bir geleneğimiz var. 1924 yılında medreselerin kapatılması, 1928 yılında harf inkılabı medeniyete, irfana, ümmete yönelik bir darbe değil midir? Siz son sorunun cevabını düşünedururken sorulanmıza devam edelim. Harf inkılabı olduğunda mesleğini hattatlıktan kazanan sanatkarlar ailelerini nasıl geçindirmiştir? Reisül Hattatin Hacı Kamil Akdik'in gözyaşlannı kim silmiştir? İstanbul'da Halim Efendi, Hamid Bey, Macid Ayral, Beşiktaşlı Hacı Nuri Korman ve Medresetül Hattatin'in hocaları ile birlikte Bursalı, Edirneli, Kastamonulu, Erzurumlu, Kütahyalı hattatlar hangi sıkıntılara maruz kalmıştır? Son üç sorumuzla ilgili romanı bir yana bırakın, ne hikaye yazılmış, ne de herhangi bir araştırma yapılmıştır. Halim Efendi İslam harfleri yasaklanınca hayata küsmüştür. Zahiren böyle olmuştur. Ama hakikatte hiç boş durmamıştır. Halim Efendi o dönemde bir yandan kaleminin kuvvetinin kaybolmaması için çokça meşk ederken, diğer yandan da İstanbul eşrafından hamiyetperver insanların çocuklarına gizli gizli hat dersleri vermiştir. ilim Yayma Cemiyeti'nin kurucularından Hacı Nazif Çelebi Bey'in kerimelerine evlerinde ders vermeye geldiğini; hatta Halim Efendi'nin Nazif Efendi ile birlikte hacca gittiğini, cennetmekan Nazif Bey'in oğlu Vefa Çelebi Bey'den dinlemiştim. Halim Efendi bu dönemde insanların arasından, talebelerden, meşk sohbetlerinden uzaklaşarak Zeytinburnu'nda Tepebağı mevkiinde aldığı bağ evine taşınmıştır. Tabii Halim Efendi'nin gözü zalimin zulmünden, jandarmanın dipçiğinden korkacak değil ya! Nasıl ki o dönemde İslam uleması talebelerine çiftliklerde Kur'an ilimlerini öğrettiyse, Halim Efendi de Zeytinburnu'ndaki bağ evinde bir yandan bağcılık yapmış, diğer yandan da üzüm yemeğe gelen talebelerine hat sanatının inceliklerini öğretmiştir. Halim Efendi o dönemdeki yazılarının altına "Sabıkan Hattat Bağban Halim" imzasını atmıştır. Bu sayfada gördüğünüz, dostum İrfan Başak'ın koleksiyonundaki tarihi vesika bağcı Hattat Halim Efendi'nin mücadele azminin hazin bir simgesidir. Bu cümle de Halim Efendi'ye aittir: "Ben bu ellerimle hem kalem açarım, hem bağ bıçağı kullanırım."   İbnü'l-Emin Son Hattatlar'da Halim Efendi'ye yerden tasarruf etmiş Nev'i şahsına münhasır kalem üstadi İbnü'l-Emin Mahmut Kemal İnal ile Halim Efendi'nin arasında bir mesele olmalı ki, İbnü'l-Emin, hat sanatının referans kitabı Son Hattatlar'da Halim Efendi'ye bir yandan talebesi seviyesindeki hattatlara ayırdığı yerden daha az bir yer uygun görürken, diğer yandan da "Yetiştirdiği mütenevvi üzümlerden -ilk ve son defa olarak- vaktiyle bana bir sepet getirmişti." şeklinde serzenişte bulunur. Halim Efendi, zahiren bağcılıkla uğraştığı yıllarda Şişli, Kadırga Sokullu, Azapkapı Sokullu, ve Ankara Maltepe camilerinin kubbe ve kuşak yazılarını yazmıştır. Yeri gelmişken, Halim Efendi'nin oğlundan dinlediğim bir hatırayı nakletmekte fayda vardır efendim.   "Hay Allah! Eksik yazdık herhalde" Bir gün, Halim Efendi'nin üvey oğlu ile Şişli'de buluştuk. Halim Efendi'nin mahdumu beyefendi, bir hattata satmak üzere babasına ait birkaç eser getirmişti. Eserlerin arasında bir de fotoğraf vardı: Sünnet fotoğrafı. Mutluluğun, siyah beyaz fotoğraf karelerinde kaldığı bir hüzün fotoğrafıydı bu. Halim Efendi, oğlunu sünnet ettirmiş, yakın akrabaları ve sünnet kıyafetleri içerisindeki oğlu ile birlikte fotoğrafçıya samimi bir poz vermiş. İşte 1950'li yılların başında gerçekleşen bu hadisenin kahramanı olan beyefendi, kendi sünnet fotoğrafını satıyordu. Ne hazin bir manzaraydı... "Bi-baht olanın bağına bir katresi düşmez / Bâran yerine dürr-ü güher yağsa semâdan".   Mezkûr buluşmamızda Halim Efendi'nin üvey oğlu anlatmıştı: "10-12 yaşlarındayım. Topkapı'daki bağ evimizden babam önde ben arkada yola çıktık. Babam yine onlarca yazı yazmış, taşınması kolay olsun diye bunları rulo haline getirmişti. Taşıyamadıklarını bana verdi. O önde, ben arkada Aksaray'a doğru yürüyoruz. Yurüdükçe, yol uzadıkça elimdeki rulolar ağırlaşıyor. Babam, nasılsa arkaya bakmıyor! Yazıları teker teker yol kenarlarına atıp yoluma devam ediyorum. Gideceğimiz yere vardığımızda elimde kalan üç beş ruloyu babama veriyorum. Babam, elindeki rulolarla birlikte, uzattıklarımı da açıp masanın üzerine seriyor. Kıtalar, levhalar eksik. "Hay Allah! Eksik yazdık herhalde" diye hayıflanıyor. Sonra eve gidince usanmadan eksik yazıları tamamlıyor."   Halim Efendi kültür karakışının üzerindeki kara bulutların nisbeten dağılmaya başladığı 1946 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'nde hoca olma imkânını elde eder. Lakin Akademi'de en az rağbet hat sanatınadır. İlk başlarda talebe bulmakta epey zorluk çeker. 1963'te ise yaş haddinden emekliye ayrılır. Akademideki hocalığı sırasında yazı sanatına pek rağbet yoktur. Talebeyi mumla arar. Diğer bölüm öğrencilerini yazı çalışmaya davet eder. Yine o dönemde Halim Bey'in dışında aktif olarak hat sanatını öğreten yok gibidir. Halim Bey'den kısa bir süre ders alan Hasan Çelebi Hocamızı geçtiğimiz yıl Ocak ayında Üsküdar'daki atölyesinde ziyaret etmiştim. Reisül Hattatin Çelebi Hocamızla icazet talebelerinin meşklerini kontrol etmesinin akabinde yaptığımız iki saatlik hasbıhalde hocasının Akademi günlerine şöylece değinmişti:   "O zamana kadar Hamid Aytaç Hoca'nın talebesi yoktu, Hamid Hoca talebe ile uğraşmazdı. Halim Bey ise o dönemde talebe yetiştirmek için çok meraklıydı. O yıllarda Halim Hoca, Mimar Sinan Üniversitesi'nin Güzel Sanatlar Fakültesi'nde hat dersleri verirdi. Şimdi anlatacaklarıma dikkat ediniz. Fakültenin mimarlık bölümünde okuyan talebelerden işitmiştim. Halim Hoca teneffüs aralarında mimarlık bölümünde okuyan talebeleri bularak 'Gelin size hat sanatını öğreteyim' diye onları sıkıştırırmış. Ne azim, ne istek, ne fedakârlık! Hat sanatı işte böylesi çalışmaların neticesinde günümüze kadar gelmiş."   İlmin zekatı yüzde yüzdür Hattat Mustafa Halim Özyazıcı, "İlmin zekâtı yüzde yüzdür" diyerek talebelerine hat sanatına dair bildiği ne varsa öğretmiş, hocalarından tevarüs ettiği usul üzerine talebelerinden ücret almamıştır. Halim Bey tertip ve düzen sahibi bir kişiliktir. Halim Efendi, Akademi'de kendinden hat sanatı öğrenen talebeleri için hususi bir defter tutmuştur. Üstadımızın 1948-1952 yılları arasında ders verdiği talebelerinin kaydını tuttuğu defteri elime alarak detaylıca inceleme imkânı buldum. Halim Bey'in, rik'a kalemiyle yazdığı defterde öğrencilerinin künyesi, isimleri, doğum tarihleri, adresleri ve fotoğrafları yer alıyor. Hattat İsmet Gülnihal'ın dükkân-ı hikeminde incelediğim defterde Süleymaniye Camii müezzinlerinden merhum Saim Özel'in, Kerim Silivrili'nin, oğlu Cemalettin'in, Mustafa Bekir Pekten'in, Prof. Dr. Orhan Okay'ın, Prof. Nejat Diyarbekirli'nin ve Suat Yalaz'ın isimleri ön palana çıkıyordu. Halim Efendi 1963 yılında Akademi'den emekli olduktan sonra bağ evine gelen talebelerine ders vermiştir. Bu dönemde, -daha sonra hat sanatının ilk profesörü olacak olan- Ali Alparslan (merhum) ve -daha sonra edebiyat profesörü olacak olan- Nuri Yüce hat dersleri almak için, -daha sonra fahri hat sanatı profesörü olacak olan- Uğur Derman da hasbihal etmek için Mustafa Halim Özyazıcı Üstad'ı sık sık Zeytinburnu'ndaki bağ evinde ziyaret ederler.   Halim Efendi'nin belki en önemli hizmeti, Osmanlı saray hattatlarından, bir Türk yazısı olan divani hattını öğrenerek talebesi Ali Alparslan'a öğretmesidir. Osmanlı sarayı hattatlarına has olan bu yazı, Halim Efendi-Ali Alparslan silsilesiyle meşk edilerek yeni nesil hat sanatı taliplerine aktarılmış ve böylelikle unutulmaktan kurtulmuştur. Osmanlı medeniyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında hat sanatı alanında köprü vazifesi gören Halim Efendi için bir kitap yayınlanmamasına, en azından müzayede kataloglarından özel koleksiyonlara kadar yüzlerce eseri ortadayken, bir albüm oluşturulamamasına üzülüyorum. Üzüldüğum diğer bir husus da, 99'luk tesbihin ipinin koparak tüm tanelerinin 99 ayrı noktaya saçılması misali Halim Efendi'nin eserlerinin de parçalanıp gitmesidir. Tıpkı Şevket Rado ve Emin Barın koleksiyonları örnekliğinde olduğu gibi bir koleksiyonda toplanma imkânı olmadı bu eserlerin.  Halim Efendi'nin yazıları kıt'a kıt'a, levha levha, satır satır esnaf müzayedelerinin pipo tütünü kokan salonlarına düştü, parça parça satıldı, bir nevi heba olup gitti. Hattat İsmet Gülnihal, 2000'li yılların başında Halim Efendi'nin üvey oğlundan altı çuval yazı ile birlikte, hokka ve yazı takımlarını, enfiye kutusunu, tesbihlerini, mühürlerini, talebe defterlerini, mansurdan kıza kadar neylerini ve müşteri defterlerini satın almıştı. Halim Bey'in müşteri defterleri için de bir paragraf açmakta fayda var. Kimden hangi yazıyı sipariş alıp da ne yazdıysa, kaparo sadedinden kaç lira aldıysa bunları hüvesi hüvesine bu deftere yazmış. Halim Bey'in zati eşyalarını incelediğimde her şeyin kalitelisini kullandığını gördüm. Birbirinden âlâ tesbihler hâlâ Halim Efendi için gizli bir zikri terennüm ediyordu, Mansur hâlâ hu sesi veriyordu. İsmet Gülnihal'deki terekede Halim Efendi Hat Müzesi kurulacak kadar yazı var. Biraz İsmet Hoca biraz da Kültür Bakanlığı fedakârlıkta bulunursa Halim Efendi'nin yazıları halka, sanatseverlere mâl olabilir.  Halim Efendi için yapılacak daha pek çok şey var. Vefatının 50'inci yılı münasebetiyle Halim Efendi Sempozyumu düzenlenebilir. Yeni açılan Güzel Sanatlar Fakülteleri'nden birine ismi verilebilir. IRCICA bundan sonraki hat eserleri yarışmasını Halim Efendi'nin adına tertip edebilir. Tabii ki Ekmeleddin İhsanoğlu gibi müsabaka isimlerinden sıra gelirse! Bu vesileyle vefatının 49'uncu yılında Halim Efendi'yi hayır ve rahmetle yâd ediyorum. Mekânı cennet olsun. Hakk Teâlâ yazdığı harfler adedince merhuma inam ve ihsanda bulunsun. Âmin. İbrahim Ethem Gören yazdı.

detaylı bilgi
350 Hattat bir gecede dükkân kapatmış!

350 Hattat bir gecede dükkân kapatmış!

Dünya Bizim Yağmurlu bir akşam vakti küçük bir grubun iştirakiyle Bâbıâli Sohbetleri'nde usta hattat Hasan Çelebi'yi dinledik.  Seyhu'l hattatîn Hasan Çelebi üstadın, bütün ilim ve irfan ehli insanlar gibi ibretlik bir hayat hikayesi var. Elbette biz, ESKADER'in düzenlediği Babıali Sohbetleritide bu hikayenin sadece 'ummandan bir katre' kabilinden bir miktarını dinledik ama hem dinlediklerimiz çok güzel şeylerdi, hem de sıcak anlatım üslubundan ve eskilere has nezaketinden dolayı böyle büyük bir insanın karşısında bulunmak insana ayrı bir haz vermiyor değil.  Mekke'de indi, İstanbul'da yazıldı ve okundu!  Evvela dikkatimi çeken bir şeyi; hat sanatında maharet ve kabiliyetini dünyanın dört bir yanında kabul ettirmiş böyle büyük bir insanın ellerinin sürekli titrediğini söylesem ne derdiniz? Çizgiye hükmeden ve en ufak ayrıntılara hakim olacak derecede çizginin ve kalemin derununa inebilecek kadar büyük bir incelikle yazı yazabilen böyle bir insanın, sair vakitlerde elinin sürekli titreyip kamışa değdiğinde ayaz vaktindeki göller kadar sakin olabilmesi bir çeşit mucize değil mi? Sunucunun "Kur'an-ı Kerim; Mekke'de nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı." deyişini aktarırken araya giren Çelebi Hoca, simasına yaydığı sıcak bir tebessümle, "yazıldı ve okundu" diyor. Sunucu da gülerek bu 'hata'yı tashih ediyor. "Kıraç dedikleri tabir tam da bizim köydür." diyor Hasan Çelebi Hoca ve köyünü, çocukluğunu, o dönemin zorluklarında nasıl hayat mücadelesi verdiklerini anlatmaya başlıyor. Kış soğukları başladığı zaman altı ay boyunca diğer köylerle irtibatı kesilen Erzurum/Oltu'ya bağlı İnci köyünde 1937 yılında dünyaya gelmiş. Hocanın araştırmalarına göre 500 sene evvel de köyün ismi aynıymış ve o zamanlar 35 kişilik de gayrimüslim nüfus mevcutmuş: "Demek ki Müslümanlar oraya gelmeden evvel Cenevizliler vardı orada." "Her türlü yokluğun içinde büyüdüm." diye anlatıyor Hoca, "Allah'tan, bizim orası orman köyü olduğu için yakacak derdimiz pek olmazdı." Hafızlığını dayısında yapmış ve dolayısıyla ilk hocası dayısı olmuş. İlk medresesi ve mektebi, dayısına gelen Köylü ve Köroğlu isimlerinde tek yapraklık gazeteler olmuş. "Bu yazıları öğrenin, lazım olur." diyen dayısının gazeteleri, o zamanlarda bütün bilgisini oluşturan yegane şeylermiş: "Zaten Anadolu'da en mevsuk kitap Mızraklı İlmihaldi. Eğer bir yerden birinin eline Kara Davud da geçmişse o daha derin hoca olurdu. Köylerde eski yazıyı bilenler üçü beşi geçmezdi. İlmi terbiye goreceğiniz, sanat öğreneceğiniz bir yer yok; mecburen gözümüzü Istanbul'a diktik. Istanbul'a geldiğimde sırtımda ceketim, ayağımda ayakkabım yoktu."       Medreseye hileyle nasıl girmiş?     Hasan Çelebi Hoca, 1954 yılında İstanbul'a geliyor ve Üçbaş Medresesi'ne (Yanılmıyorsam bu medreseyi Ali Haydar Efendi de uzun yıllar ders okutmak için kullanmıştı.) yerleşmek istiyor. Ama yerleşmek de bir dert. "En kötü ihtimalle" diyor, "Birisinin insafına gelir de inşaatta amele olarak çalıştırırsa onun yanına girersin, inşaatta yatar kalkarsın ve eğer becerebilirsen bu arada bir şeyler de öğrenirsin veya inşaat amelesi olarak kalakalırsın." Medresenin de zor durumda bir yer olduğunu ifade eden hoca, rahmetle andığı medresenin müdürü Eşref Bey'den bahsedip şunları söyledi: "Talebe kabul etmezdi, her şehirden dört kişiden fazla almazdı. Allah rahmet eylesin, sonradan Sultanahmette imam olan Şerafettin Efendi bir kurnazlık yaptı, bana, 'Eşref bey sana sorarsa nereli olduğunu, Erzurumlu olduğunu söyleme, Oltuluyum de' dedi, o Oltu'nun neresi olduğunu öğrenene kadar iş işten geçer zaten." Hoca hakikaten de sorulunca "Oltuluyum" demiş. "Oltu neresi?" denince de "Oltu Oltu'dur." diye cevap vermiş. Eşref Bey "peki" demiş, başka da bir şey söylememiş ve Hasan Çelebi üstadın medrese macerası böyle bir "hile-i şeriye" ile başlamış.   Beyoğlu' na gitmenin şartı vardı! Medreseye kabul edildiği gün hoca için tam bir bayram olmuş. "Ama" deyip, bir de medresede yaşadığı zorluklardan bahsediyor. Bu zorlukları dinlemek ve okumak, o zamanlar İstanbul'un göbeğindeki bir medreseye yeni gelmiş Anadolulu bir çocuğun gözünden yapılan tasvir olması açısından ayrıca mühim. Sırtında ceketsiz geçen soğuk günlerini anlatıyor. Hem de o zamanlar havalar Kasım'da bir başlarmış buz kesmeye, "6 ay bir daha güneş görmezdiniz." diyor. "Hazır mağazalardan giymek imkânı yok, tekstil-konfeksiyon yok. Paran varsa terziye diktirirsin, yoksa Beyoğlu'na gideceksin, oradan giyineceksin. Ona da paran yetmez zaten, Beyoğlu'na da gidemezsin! Beyoğlu'na gidebilmenin şartı vardı çünkü; ayakkabın boyalı, pantolonun ütülü, gömleğin kolalı, saçın taralı ve kravatın olacak." Söz uzuyor ve uzadıkça hoca, ilk gençliğinde karşılaştığı başka başka zorlukları anlatıyor. Bugün bolluk ve bereket içinde yaşayan insanlara, bilhassa gençlere bunları anlattığını ekleyip nimetlerin kıymetini bilmemizi salık veriyor. Hat sanatıyla ilk bakışmalar Açılan müezzinlik imtihanına giriyor ve kazanıyor, yıl 1956. Mihrimah Sultan Camii'ne 45 lira maaşla atanıyor, o zamanlar için büyük paraymış. Gündüz vakti, camide kimselerin olmadığı vakitlerde sırt üstü kubbenin altına yatarmış hoca. Kubbenin etrafında yazılı nefis hattı (sonradan bu yazının hattatının Muhsinzade Abdullah olduğunu öğrenecektir) hayran hayran seyredermiş. "Ama kimse yol gösterip elimden tutmuyor tabii..." diyor. Fatihtte, "Gümülcineli Musta Efendi", "ayaklı kütüphane", "Kabak Musta Efendi" gibi lakaplarla anılan Musta Efendi, müezzin mahfelinin önünde meraklılara bazen yazılar yazarmış. Üstat buranın bir aralık müdavimi olmuş. Hamid Aytaç'la tanışmasını hiç unutmuyormuş ve o güne dair ayrıntıları bile zikredebiliyor ki demek ki zihninde iz bırakmış. "Yıl 1964. Üzerine kalın bir palto geçirmiş, uzun boylu, fötr giymiş biri... Mayısın ilk günleri... Geceden yağmur yağmış, sabah hafif vuran güneşle dallarda, üzerlerinde şebnemler olmuş tomurcuklar... Berrak bir sabahtı." Bu tanışmadan sonra hep etrafta portakal sandıkları aramış Çelebi üstat, sandıkların tahtalarından kalemler yapıp bir şeyler yazabilmek için. Bugün kalem efendisi olan harikulade insan, bir zamanlar kalemi böylesine aramış ve ona hürmet etmiş demek ki. "Akıl bazen lazım oluyor gençler!" deyip hayıflandıktan sonra bir de üstüne ekliyor üstat: "Ah, akıl, nerdesin... İlk defa bir yazı tecrübemi gösterdikten sonra bakıp 'böyle olmaz' demişti hoca. Elindeki kurşun kalemi taşın üzerine sürterek çok ince bir uç elde etti; bugünkü gibi 0.3 filan yok o zamanlar. Bir de şunu hesap edin ki Şefik Beyler, kazaskerler zamanında kurşun kalem dahi yok. Yani bu sanat bize kadar böyle gelmiş. O gün Hamit Bey bana o kalemle bir nesih cimi yaptı. Defterimde uzun zaman durdu ama sonra kaybettim. Ah, akıl, onu niye kaybettim!.." Hattat Hamid Bey, ustatı Halim Özyazıcı'ya göndermiş. Topkapı'nın dışındaki Tepebağı'nda yirmi dönümlük üzüm bağının da sahibi olduğunu söylediği Halim Bey'e ancak dört ay devam edebilmiş çünkü hoca bir kaza sebebiyle rahmet-i rahmana kavuşmuş. Arkadaşlarının da cesaretlendirmesiyle tekrar Hamit Bey'e gitmiş. "Bu sefer Hamit Bey, bir beş dakika kadar sükûtta durdu." diye anlatıyor, "Kabul etse olmaz, etmese de olmaz..." Hamit Bey'in bu tereddüdünü konuşmasının sonunda izah etti üstat. İptidai talebeleri bugün kendisi dahi kabul etmiyormuş. Çünkü belli bir mesafe kat edilip seviye çok ilerledikten sonra henüz hiçbir yol almamış talebeyle uğraşmanın, üstat olmuşların kârı olmadığını söylüyor.    Hamid Bey bıkacağımı sandı, bıkmadım! Tabii, Hamid Bey, tereddüdünün sonunda "Halim'in yolu bizim yolumuz." deyip kabul etmiş ama Çelebi üstat buradan bir inceliği nakletmeden geçmiyor: "Falanca gün gel de müzakere ederiz, diyor. Bu eskilerin tabiridir. O da bana anlatmıştı ki bir gün Hasan Rıza Efendi'nin Cihangir'deki evine gitmiş Hamit Bey. 'Üstat' demiş, 'İstifade etmek isterim bilginden.' Hasan Rıza Efendi 'Estağfirullah, ne haddime. Bir şeyler yap, getir, müzakere ederiz.' diye cevaplamış." Hakikaten de karşısındaki hiçbir şey bilmeyen çocuğu yaşındaki talebesini -sözle bile olsa- bir şeyleri müzakere edecek seviyede görmek enteresan bir tevazu örneği olsa gerek. Herhalde eskilerin kaybettiğimiz en güzide hasletlerinden biri... Şimdi ikisini de rahmetle anıyor Çelebi üstat. Böyle başlamış sanat aşkı üstatta. "Sonra" diyor, "Bu bir kibrit çakımıydı. Sonraki dönemde ateşlendi; evi unutursun, aileyi unutursun, gece midir gündüz müdür unutursun... Sabahlara kadar yazmalar çizmeler..." Ama itiraf ediyor ki, Hamit Bey'in yanına ilk gittiğinde nasıl bir yük altına girdiğinin farkında değilmiş. "Ben fark etmeden onun altına girmişim, o benim üstüme oturdu." diyor o yük için. 18 sene Hamit Hoca'nın dizi dibinde olmuş, "10 senelik müddette icazet denilen kıymetli şeyi bize takdim etti, o da epey bir zor oldu. İki sene rabbi yessir yazdırdı, bıkacağımı sandı, bıkmadım! Gitmediğimi görünce ondan sonra ders yazdırdı bana." diyor ve hemen ekliyor: "Allah rahmet eylesin ona... Bugün bir harf yazabilen herkes ona minnettar olmalıdır."  Hamit Bey'in vefatından sonra ise çok zorlanmış Çelebi üstat. O güne kadar, sıkıntı çektiği yerde danışabildiği bir hocasının artık olmayışı onu zorlamış.   Herkes hat sanatının ölümünü bekliyordu Bir geçmiş-bugün mukayesesinin çok da doğru olmadığını söylüyor üstat. Halim Hoca da, Hamid Hoca da zoraki yürütüyorlarmış işlerini; çünkü takdir yokmuş. O günlerde Halim Hoca'nın yazdığı derli toplu bir şey bulmak çok zormuş, talep olmadığından. Zaten o günlerde herkes hat sanatının ölümünü bekliyormuş. "Ki artık ölmüş gibiydi, o raddeye gelmişti." diyerek küçük bir dönem tablosu çiziyor ve ekliyor: "Bugünle kıyası mümkün değil." Bugüne dair çok ümitli olduğunu anladığımız sözler sarf ediyor: "Kemal bakımından belki bugün Halim Hoca'ya ulaşamadık. Ama ulaşacağımızdan eminim; gençlerin maşallahı var, gayretliler, çok çalışıyorlar." Bu arada üstat, "Elli defa söylesem elli biri de, söylerim; rahatsız etmiş olmasın..." diyerek Hamit Bey'in bir sözünü ve böylelikle bir tarih vahşetini, bir medeniyetin nasıl vandalizme tosladığını gözlerimizin önüne seriyor: "Harf inkılâbı günü gecesi Cağaloğlu'ndan Bâbıâli'ye kadar, Sirkeci caddesi üzerinde 350 hattatın dükkân kapattığını söylerdi. 350!" ürpertici, kahredici bir tablo. Söylenen mesafenin çok büyük bir yer olmadığını, sadece merkez oluşunu esas alarak düşünürsek İstanbul genelinde medeniyetimizin kıymetlerine meraklı insanların nasıl bir heves kırıklığına uğradığını tahmin etmek zor değil. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Demek bizi boyle öldürmüşler.    Eskilerin sırrı neydi? Bugünkü hat sanatının problemlerinden birinin malzeme sıkıntısı olduğunu dile getiriyor üstat. "Hat sanatının malzemeleri özeldir. Kullandığımız kalem İran'dan geliyor, Cenab-ı Hak oraya boyle bir nimet vermiş, sadece orda yetişiyor. Mürekkep de ordan çok miktarda geliyor ama işin içine kimya karıştırdılar." Kimyalı mürekkeplerin kalite düşüklüğüne sebep olduğunu söylüyor. "Ecdadın kullandığı mürekkebin bir püf noktası vardı, camilerdeki islerden yapılan mürekkep. Onu henüz elde edemedik. Keşfedemedik ki sebebini ortaya koyalım. Arkadaşlardan güzel âher yapanlar var ama müzehhipler bunlardan şikâyetçi. Püf noktası neyse onu da keşfedemedik. Hindistan'dan asitsiz kâğıt getirdik; bu kâğıdı ışığa tutun, bir yerinde yoğunluk var, bir yerinde boşluk. Yüzeyi düz değil." deyip bugün, üniversitelerimizin eski âherli kâğıtlardaki sırrı keşfetmesi gerektiğini ifade ediyor üstat. Kendisine 'Dünyanın her yerinde yetiştirdiğiniz talebeler şimdi talebe yetiştiriyorlar' dendiğinde, "Ben iftihar olsun diye yetiştirmedim. İslam sanatı yayılsın diye yaptım." diyor. Nisan ayında IRCICA'da olacak beynelmilel icazet merasimine davet etmeyi de ihmal etmiyor hazirûnu. Amerika'dan, Malezya'dan, Arabistan'dan talebelerine icazet verecekmiş. İcazetli talebelerinin sayısının kaç olduğu sorulduğunda "gayret ediyoruz" cevabını veriyor. Çok güzel bir akşamı bize lütfettikten sonra, "Konuşmamız biraz çamdan kavaktan oldu ama..." sözüyle yine eskilere mahsus tabiatını meydana koyuyor büyük üstat. Birlikte fotoğraf çektirmek isteyenleri kırmıyor, kısa muhabbet etmek isteyenleri de geri çevirmiyor.   Çıktığımda dışarıda hâlâ yağmur yağıyordu, daha da bereketlenmişti. Sadullah Yıldız, ah bu eskiler, dedi.

detaylı bilgi
Geleneksel İslam Sanatları

Geleneksel İslam Sanatları

Yıllar yılı bağrımızda bir sızı olarak duran bir şey var; geçmiş ile kopan bağlarımız… Bunun içine aşk ve heyecanlarımızın sönüşü de dâhil. Bir diriliş arifesinde bulunduğumuz bu günlerde ise sanatta diriliş has köşeyi, ilk makamı tutuyor… Bu, ruhlardaki ilhamların coşması ve imanların gürül gürül akması neticesinde kaleme yürüyen sevda mürekkebinin bir ihtizazıdır... Sayfalara akmak, taşa ruh vermek bazen de suda renk şehrayini oluşturmak suretiyle tatlı işveleriyle, estetik gamzeleriyle insanlığa mesaj sunmak arzusunun bir yansımasıdır… Bu konuda geleneksel sanatlarımız önemli bir yere sahip ve dünya durdukça da bu önemini yitirmeyecektir. Belki de gün geçtikçe değeri daha da artacak ve bütün insanlığın gönlünde ma'kes bulacaktır... Atalarımızın medeniyetlerini inşa ederken ortaya koyduğu sanatlar o kadar sağlam temellere dayanmıştır ki, Osmanlının inkırazından bunca sene geçmesine rağmen sanatlarımız dimdik ayakta ve gün geçtikçe revaç bulmaktadır. Mimaride Mimar Sinanlar, Sedefkâr Mehmed Ağalar ve eserleri, yazıda Şeyh Hamdullahlar, Karahisariler, Râkımlar, Sâmi Efendiler, musikide Dede Efendiler, Itrîler, şiirde Nâbiler, Bâkîler, Nefîler hâlâ saltanatlarını devam ettirmekte ve saygıyla anılmaktadırlar. Bugünün dünyası, dünün dünyasından her bakımdan çok farklıdır. Sanayi devrimi ile birlikte insanların algılarının yanı sıra yaşadığı ortam büyük değişikliğe uğramıştır. Hızlanan hayatla birlikte insana sunulan veya dayatılan konforlu(!) hayat aslında hem kendisinden hem dünyadan birçok değerin aşınmasına sebep olmuştur. İşin en dramatik yönü, bunun farkına varan insanlığın elinden bir şey gelememesidir. Netice, yalnızlaşan ve bunalıma sürüklenen insan yığınlarıdır. Modern dünyada intiharların fazlalığı bunun en büyük delilidir. Modernite kavramıyla birlikte en çok sorgulanan modern hayatın insana verdikleri yahut daha doğru ifadeyle insandan aşırdığı değerlerdir. Daha önce tabiatla daha fazla iç içe ve insani değerlerin daha fazla önemsendiği bir hayattan daha ferdî, daha bencil bir hayat tarzı insanlara dayatılmıştır. İnsani duyguların gelişmesinde önemli yeri olan sanat faaliyetlerinin bugün modern dünyada yer bulması önemlidir. Acaba sanat, yoğun iş temposunda bunalan yahut acımasız hayat şartları içerisinde yalnızlaşan, bunalıma giren, kompleks yapı içerisinde kendini kaybeden insana bir nefes olabilir mi? Bir bakıma kendini ifade etme ve ruhun derinliklerinde seyahat diyebileceğimiz sanat, insana bir şeyler üretme ve ortaya koyma hazzını tatmasına sebep olabilir mi? İnsanın kendisiyle baş başa kaldığı zamanda, kendisini dinlemesi çok farklı arızlara sebep olduğu artık bilinmektedir. Fakat bu yalnız zamanlarında farklı uğraşılara kendisini vermesi bir bakıma vaktini dolu dolu geçirmesini sağlayacaktır. Güzel Sanatların temel kavramlarından olan estetik kelimesi “his ilmi” anlamına gelmektedir. Genel olarak denir ki, bir insan bir işi sadece eliyle yapıyorsa işçidir; eliyle ve ruhuyla yapıyorsa zanaatkâr; eli, ruhu ve kalbiyle yapıyorsa işte o sanatkârdır. Her sanat eseri, kendisini seyreden kimseye, cezbeden bir yönünü gösterir. Her sanat eserinde sanatkârın büyük bir el emeği göz nurundan başka, o sanatkârın ruhu ve kalbinin katıldığı görülür. Ayrıca o sanat eserine sanatkârın karıldığı medeniyetin izleri mutlaka sinmiştir. Bugün artık katedrale çevrilen Kurtuba Camii, Şam Emeviye Camii, Isfahan Cuma Camii, Şeyh Lütfullah Camii veya Osmanlının en ihtişamlı eserlerinden Selimiye Camii’ne baktığımızda şüphesiz İslam medeniyetinin derin izlerini görürüz. Bu ve buna benzer binlerce eser İslam medeniyetinin mührüdür. Sanatkârlar, bu gür ve ana kaynaktan beslenerek eserlerini meydana getirmişlerdir. “Allah güzeldir ve güzeli sever’’ mealindeki kutsi hadis, insanın eşyaya bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koyan güzel bir tespittir. İnsan hayatında var olan her şeyin güzel olmasına dikkat gösterilmesi, şuurlu insan için gerekli bir hedeftir. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’e ait her türlü hususun tespiti, güzel sözlerin yazı ile aktarılmasında kullanılan yazıya da metin kadar özen gösterilmesi Müslümanların hedeflerinden olmuştur. Bundan başka ibadet mekânı olarak cami ve mescitlerin inşasında, içinde yaşanılan evlerin iç mekân olarak tasarım ve görünüşüne son derece dikkat gösterilmiştir. Cami ve mescitlerin etrafında gelişen mahalleler insanı dışlayan değil, onlara huzur ve güven veren bir dağılımla meydana getirilmişlerdir. İslam sanatlarının en önemlilerinden hat sanatını ele aldığımızda, Arap harflerini kullanan bu sanatla, insanı hayrete düşüren zenginlikte ve çeşitlilikte eserler meydana getirilmiştir. Yazı, başlangıcından itibaren, nesilden nesile büyük bir dikkat ve gayretle geliştirilerek güzel sanatlar seviyesine yükseltilmiştir. Daha Abbasiler zamanında İbn Mukle (ö. 328/940) isimli sanatkâr, harf şekillerini belli ölçülere bağladı. İbn Mukle’den bir asır sonra gelen ve aynı yazı ekolünün ikinci temsilcisi İbn Bevvab (ö. 413/1022), İbn Mukle’nin yazısını geliştirdi ve güzelleşirdi. Aynı ekolden son olarak Yakut el-Musta’sımî (ö. 698/1298) isimli hattat, aklam-ı sittenin kaidelerini daha bir belirginleştirerek yazıyı güzelleştirmiştir. Osmanlı, bütün güzel sanatlara olduğu gibi, yazı sanatına da özel bir ilgi göstermiş, hattatlar, padişahların özel iltifatlarına nail olmuşlardır. Ayrıca Osmanlı padişahları içerisinde bizzat yazı ile meşgul olanlar da çıkmıştır. II. Bâyezid, II. Mustafa, III. Ahmed, II. Mahmud ve Abdülmecid ilk akla gelen hattat sultanlardır. Bundan başka, her tabakadan halk, yazıya büyük bir ilgi göstermiştir. Harflerin tenasübü yani ideal ölçüsünün bulunması, kalem hâkimiyeti ve harflerin satıra dizilmesindeki kudret ve kuvvet Osmanlı hat mektebinin önemli hususiyetlerindendir. Harf kenarlarında pürüz bulunmaması yani kalem kuvveti, başarısı, aynı şekilde harflerin satırda diğer harflere yabancı durmaması yazı estetiğinin ana unsurlarıdır. Bu hususların, bir yazıda bulunmaması veya başarılamaması estetik bir kusurdur. Bir saç telinin beyaz bir sahifedeki gergin çizgi görünümü, hüsnühatta harflerin yazılışında sağlanamaz ise yahut kalem kalınlığı ile harf büyüklüğü arasındaki ölçü, yani harfin tenasübü yakalanamazsa veya harfler satırda uygun yerlerine yerleştirilemezse bu yazıya hüsnühat denmesi imkânsızdır. Güzel yazı, yani hüsnühat bu üç unsuru da ihtiva etmelidir. Osmanlı, hüsnühatta bu üç unsuru başarı ile kullandığı için yazının merkezi olmuştur. “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü bir hakkın tesliminden başka bir şey değildir. Usta-çırak ilişkisi, içerisindeki talimle oluşan kuvvetli gelenek, cami, mescit, mezarlıklar ve müzelerdeki sayısız örnek ve malzemenin İstanbul’da bulunması, hâlâ bu kadim Osmanlı şehrinin, sanat merkezi olma vasfını devam ettirmektedir. Aslında, güzel yazıda, sözün güzelinin kullanılması, Osmanlı yazı sanatındaki estetiğin ana unsurunu oluşturmuştur. Genellikle cami ve mescit giriş kapılarına “Oraya güven içinde esenlikle girin” ve “Selam size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin” mealindeki ayetler, içerilere ise Kur’an ve hadislerden güzel nasihatler müminlerin nazarına verilir. Bu bazen “Ölünceye kadar Rabbine kulluk et”, “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur” mealinde ayetler, bazen de ‘Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve cihat Allah’a en sevimli gelen ibadetlerdendir”, ‘’Zamanında namaz kılmaya gayret edin”, “Ölmeden tövbeye gayret edin” anlamındaki hadisler, bazen kelime-i tevhit, kelime-i şahadet olurdu. İsm-i Celal, İsm-i Nebi, Ciharyar-ı güzin ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri cami ve mescitlerin mutlaka bulunması gereken hüsnühat levhalarıdır. Osmanlı’da evlerin girişine Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden “Ya Hafiz: Ey Koruyucu” levhasının konulması güzel bir gelenektir. Aynı şekilde evlerin içine, Hz. Peygamber’in fiziki ve ahlaki vasıflarından bahseden hilye-i şerife levhasının asılması bir gelenek hâlini almıştı. Bu hilyenin, haneyi ve halkını musibetlerden uzak tuttuğu inancı yaygındı. Bir başka geleneksel sanatımız ebru, suyun renklerle ortaya koyduğu şehrayindir âdeta… Su üzerine serpilen renkler şekil aldıkça bir başka coşku verir insana… Ebru sanatı anlatılırken, külli irade ile cüzi irade misal getirilir daima. İnsan su üzerindeki renklerle birlikte, ebrunun cazibesine kaptırır kendisini. Bu renkler yeri gelir sünbül olur, lale olur, karanfil olur; taraklı ebru olur, battal ebru olur… İnsanı alır götürür sanatın cerbezeli dünyasına, tedavi olur insan zihni âdeta. Ebru sanatında en büyük zevk, su üzerine serpilen ve şekil verilen boyaların kâğıt üzerine alınması ile yaşanır. Geçmişte sadece kitaplara yan kâğıdı olan ebru sanatı bugün levha olarak duvarlarımızı süslemektedir. Yabancıların en çok ilgi gösterdikleri sanatların başında gelen ebru sanatının bugün Hollanda ve Amerika’da oldukça fazla meraklısı bulunmaktadır. Geçmişten farklı olarak günümüzde ebru sanatçıları, çiçekli ebru çeşidiyle daha fazla meşgul olmaktadırlar. Ölümü sevimli hâle getiren Osmanlı mezarlıklarında, en önemli unsur mezar taşı kitabeleridir. Servilerin gölgesinde, muhteşem taş işçiliği ve yazı örneklerinin bulunduğu mezarlıklar, birer açık hava müzesi gibidirler. Bu mezar taşlarında erkek ve kadınlar için ayrı formda taşlar kullanılmıştır. Kadın mezar taşı kitabelerinde, kadındaki zarafet ve inceliği görmek mümkündür. Mezar taşının en başında ölümle, insanın fâniliği ile ilgili yahut Cenab-ı Hakk’ın ebediyeti ile ilgili bir ibare yer alır. Alt tarafta ise güzel ifadeler, hüsnühat ile taşa hakk edilmiştir. Bu mezarlıklarda, ölümü sevimli kılmada hüsnühattın ve harika taş işçiliğinin tesiri büyüktür. Çokça söylenen İslam’da heykel sanatının olmadığı sözünü bu taşlar yalanlamaktadır. Eğer heykel, taşa en, boy ve derinlik vererek işlemekse bu özellikler, mezar taşı kitabelerinde fazlasıyla bulunmaktadır. Mimaride de çok sanatlı taş işçiliğini görmekteyiz. Mimari üslubu olan mescit ve camileri, bunların iç mekânını tezyin eden kalem işi örnekleri, muhteşem çinileri; hüsnühat levhaları, musiki bilgisine sahip imam ve müezzinleri; cami etrafında gelişen mahallesinde bulunan sıbyan mektebi, çeşmesi ve mezarlığıyla hayat zevkini veren eski hayat tarzı bugünün insanının çokça aradığı huzuru kendi içinde b a r ı n d ı r m a k ta idi. Aslında sanatsızlık ve ü s l u p s u z l u k dolaylı bir şiddettir. Aşırı ve hesapsız nüfus, girişi çıkışı belli olmayan sokak ve caddeler, desibeli ayarlanmamış ve musikiden yoksun sesler, geliş güzel sıralanmış ve insanın üstüne üstüne gelen binaların olduğu bir yerde huzurdan bahsedilir mi? Burada bir insanın huzurla hayat sürmesi mümkün müdür? Nerede eski mahallelerimiz… Dünün Bab-ı Seraskerisi bugünün İstanbul Üniversitesi abidevi ana giriş kapısı, Sirkeci Büyük Postane binası, Sultanahmet’te bulunan Defter-i Hâkâni Binası gibi üslup sahibi kamu binaları gibi çoktandır bina yapamaz olduk. Hangimiz bu binaların sanat gücüne gözünü kapayabilir? Netice olarak söyleyeceğimiz: Geçmişte atalarımızın sağlam temeller üzerine bina ettikleri sanatlarımızdan akan ruhtur ki bizi ayakta tutuyor. Mimari eserlere sinen medeniyetimizin izlerini hâlâ göğsümüz kabararak seyrediyor, gururla başkalarına da gösteriyoruz. Taş işçiliği yanında yazı sanatının nadide örneklerini barındıran mezar taşı kitabeleri ve bunların bulunduğu mezarlıklarımız, ölümün soğuk yüzünü munis hâle getirerek yabancılarda derin hayranlıklar uyandırmaktadır. Suyun renklerle oyunu olan ebru sanatı yanında renk ve desen albenisiyle çinilerimiz hâlâ göz kamaştırmaktadır. Bugün ülkemizde, geleneksel sanatlarımıza karşı büyük bir ilgi olduğu muhakkaktır. Sanatkârların özel atölyelerinde, üniversitelerde, belediyelerin açtığı meslek eğitim merkezlerinde geleneksel sanatlar meraklılarına öğretilmekte, sergiler düzenlenmektedir. Yurtdışından birçok meraklı insan, geleneksel sanatları talim için İstanbul’un yolunu tutmaktadır. Uluslar arası sergilerde geleneksel sanatlarımız ilgi görmekte, müşteri bulmaktadır. Uluslar arası müzayedelerde Osmanlı eserleri yüksek fiyata alıcı bulmaktadır. Evinizden dışarı çıkın bir bakın, her yerde geleneksel sanatlarımızın bir örneği size göz kırpmaktadır… Sanatlarımıza sahip çıkmak, onları yaymak bizim en başta gelen görevimiz olmalı… Üstat Yahya Kemal’in işaret ettiği gibi, “Kırık bir mezar taşı kitabesine ilgi gösterip muhafaza etmezsek, ne din kalır ne milliyet!”   Yard. Doç. Dr. Süleyman BERK

detaylı bilgi
Mehmet Şevket Eygi Deli Çömlekçi

Mehmet Şevket Eygi Deli Çömlekçi

Deli Çömlekçi Orta büyüklükte bir şehirde geleneksel milli sanatlarımızdan biri nasıl canlandırılabilir? Bu konuda bir senaryo takdim etmek istiyorum: Diyelim elli bin nüfuslu bir şehirde eskiden var olan, bugün sönmüş bulunan çömlekçilik sanatını canlandıracağız. Bu işi belediye yapabilir. Başarılı olmak için, nerede bulunacaksa “deli” bir çömlekçi bulmak gerekir. Akıllıysa baş etmek mümkün olmaz. Bu deli çömlekçiyle anlaşılır, ona bir atölye, bir lojman verilir, bir iki senelik geçimi de asgari seviyede garanti edilir. Bu çömlekçi neler üretecektir? Saksı, testi, güveç gibi eskiden günlük hayatta kullanılan ürünler olamaz. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden elli kadar obje seçilecek,  bunların replikaları yapılacaktır. İki bin, üç bin yıllık çömlekler…           Bunlar fırında pişirildikten sonra eskitilecektir. Böyle çömlek ürünleri üretildi, peki bunlar kimlere ve nasıl satılacaktır? Bizim şifahi kültürlü yerli halkımız, istisnalar dışında böyle sanat eserlerini almaz. Bunlar turistlere satılacaktır. Fiyatları nasıl olacaktır? Ucuz değil, çok ucuz olacaktır. Çin çömlekleriyle rekabet edebilecektir. Deli çömlekçi dediğimi anlamışsınızdır. Cin fikirli, çömlek yaparak kısa zamanda köşeyi dönme hırsına sahip akıllı sanatkârlarla bu iş olmaz. Denizli civarında bir köyde Necip Usta isminde bir çömlekçi vardı kendisini görmeye gidecektim, vefat etti, gidemedim. Yaptığı eserleri gördüm, bundan binlerce yıl önceden kalma Hitit çömleklerinin aynısını yapabiliyordu. Bize her yıl otuz milyondan fazla turist geliyor. Bunların bir kısmı ucuz ve kültürsüz turisttir. Az, fakat yeterli miktarda kültürlü turist vardır. Bunlar çarşılarda pazarlarda, üç beş bin yıl öncesinin toprakaltı çömleklerinin benzerlerini bulurlarsa, dekoratif eşya olarak satın alır, bavullarına koyar, ülkelerine götürürler. Bendeniz birkaç yıl önce Karadağ Cumhuriyeti’nin eski Başkenti Çetine’ deki müzeden böyle bir torak eşya satın almıştım. On veya on beş avroya… Çömlekçilik gibi üç yüze yakın sanat veya zanaatımız var. Bunların hiç olmazsa bir kısmının canlandırılması lazımdır. Bunun için her sanat veya zanaatın deli ustalarını bulmak gerekir. Sanat eserleri, ürünleri vermek geçim yolu olabilir ama bunlarla zengin olmak, köşeyi dönmek, voli vurmak binde bir gerçekleşir. Böyle sanat ve zanaat eserleri en çok Çin’de, Hindistan’da yapılıyor. Akıl almaz derecede ucuz fiyatlarla ihraç ediyorlar. Vaktiyle Mercan’daki Şark Han’dan ambalajı içinde dört adet harika toprak çaydanlık almıştım. Fiyatları beşer liraydı. Adamlar üretiyorlar, gemilere yüklüyorlar, gümrük ödeniyor ve İstanbul’da beş liraya satılıyor. Mısırlılar binlerce yıl önceki papirüs üretimini canlandırdılar. İran’a, Özbekistan’a, Mısır’a gidin el sanatları canlı. Tahminimce Türkiye’de el sanatları turizme yönelik canlandırılsa zamanla bir milyon kişiye temin edilmiş olur. Üretenler, taşıyanlar, perakende satanlar muhasebesini yapanlar, ambalajcılar vesaire vesaire… Böyle yazılar ilgi çekmiyor ama yine de yazayım: İstanbul’a yakın bir belediye “deli” bir çömlekçi bulup, bu sanatı canlandırmak isterse hizmete hazırım. Şartlarım: Yol parası ve yemek parası istemem. Çay verirlerse (kaliteli olmak şartıyla) onu içerim. Hiç kimseye, bu işten haksız yere para kazandırılmasına razı ve alet olmam.   Mehmet Şevket Eygi

detaylı bilgi
Gökkubbe Yansımaları

Gökkubbe Yansımaları

Günümüzde yarı geçirgenkağıtlara(eskiz kağıdı)kurşun kalem yardımı ile çizilen kurallı ve gelenekli desenlerin,aynı yarı geçirgen kağıt üzerinde iğnelenerek delinmesi ve uygulanacağı yüzeye, tercihen söğüt ağaçlarınadan elde edilen kömür tozundan yapılan tamponla silkelenip yüzeye aktarılmasından sonar çeşitli renkler muhtelif  fırçalar yardımıyla boyanıp, yine ince  fırçalar ile kontürlenmesiyle (tahrirlenmesi) elde edilen süsleme tarzıdır.Yüzyıllar boyunca Türk Klasik Sanatlarının bir kolu olmuş, sivil, dini, askeri, mimari yapıların iç ve dış mekan süsleme unsuru olarak kullanılmıştır. Türk Kalemişi Sanatı, kökeni Orta Asya’ya dayanan 8-9. yüzyıl Türk Uygur  sanatına sanatına kadar dayanan bir geçmişe sahiptir.Türklerin Orta Asya steplerinden göçleri ile Anadolu topraklarına taşınan bir sanat kolumuzdur.Kara Hoça ve Bezeklik duvar fresklerindeki süslemeler, Türk sanatının motif dağarcığının merkezi olmuş, Türklerin islam dinini kabulü ile stylize motif ve kompozisyonların İslam santı ile olan birebir örtüşmesi bu tarz desen ve uygulamaların gelişmesini sağlamıştır. Orta Asya’dn Anadolu topraklarına uzanan yaşanmışlıklar ve tarihsel süreç, İslamın kabulü ile gelişen klasik sanatlar  ve bu sanatların merkez kollarından kalemişi sanatı, Büyük Selçuklu, Selçuklu, Beylikler Dönemi, Erken Osmanlı, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Dönem, Eklektik (Barok,Rokoko,Ampir sentezi) Dönem, Cumhuriyet sonrası ve de günümüze kadar gelen tarihsel bir tarz süreci yaşamıştır. Mekanların tavan, duvar, kubbe gibi yüzeylerinde çalışılan kalemişi süslemeleri sıva , ahşap, taş, bez, deri, metal gibi pek çok değişik yüzeyde uygulanmıştır.Hatta ahşap üstüne kabartma olarak uygulanıp “Edirnekari” , sıva üstüne kabartma olarak uygulanıp “Malakari” adını almıştır.   Selçuki, klasik, rokoko, ampir gibi tarzlarda uygulama tarz ve dönemleri olan bu sanatta 16. Yüzyıl, klasik tarzda zirveye çıkılan dönem olmuştur.Saray Nakkaşhanesi geleneği ile dönem bütünlüğü ve tarsi gösteren bu yüzyılda klasik sanatlarının her alanında bir Rönesans yaşanmış, kalemişi sanatı da verdiği muhteşem eserlerle, bu devrin nadide bir parçası olmuştur.  Desenlerde renklerde işçilikte sağlanan merkeziyetçi sistem kalemişi sanatında en üst düzeyde eserler vermesini sağlamıştır. “nakkaşhane” geleneği klasik dönem sanatının tüm hücrelerine  sirayet etmiş ve ortaya nadide sanat eserleri çıkmıştır.Süleymaniye, Kadırga Sokululu, Kara Ahmet Paşa, Rüstem Paşa, Takkeci İbrahim Ağa Camileri,Topkapı Sarayı yapıları 16. Yüzyıl şaheserleri olarak sanatımızda müstesna yerlerini almıştır.     Osmanlı İmparatorluğunun batıya açılması ile sanatımıza her alanda hakim olan eklektik tarz barok, rokoko, ampir karışımı, en saraına kadar her mekan   ve ortamda uygulanmıştır.Kalemişi sanatı Osmanlı’nın başkentinde yurtdışından gelen ustalar marifeti ile uygulanırken, oluşan büyük talep üzerine bu ustaların yanında eğitim alan yada çalışan ustalar mağrifetiyle de Anadolu coğrafyasından Osmanlının tüm coğrafyasına yayılmıştır.Osmanlı coğrafyasının her tür mimari yapısında bu yüzyılda İstanbul temalı bir tasvir görmek mümkündür.Datça’daki “Koca  Konak”tan Suriye Şam’daki “Kuvvet evi”ne , Emevi Camii Külliyesine yada Cezayir’de “Dayı Evi” de denilen sarayına kadar İstanbul temalı minyatür tekniği ile yapılmış kalemişi çalışmalarına rastlanır. Batılılaşma döneminin süsleme anlayışı barok-rokoko-ampir sentezinden ortaya çıkan ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan sanatçılar tarafından yorumlanarak işlenen desenler  “Türk Rokokosu” adı ile anılır olmuştur.   Günümüz halk deyişiyle “barok”, sanat tarihçilerinin verdiği isimle  “eklektik” olarak adlandırılmaktadır.Birbirlerinden küçük farklarla ayırt edilebilen bu süsleme tarzları, saraylardan, camilerimize türbelerimizden yalı ve köşklerimize kadar pek çok mimari yapıda süsleme elemanı olarak kullanılmıştır. Osmanlı sanatının batılılaşma süreci, son dönemlerde sekteye uğramış olsa da Avrupa’da ortaya çıkan akımlar hemen etkisini gösterip Osmanlı sanat eserlerinde ya da mimari yapılarında bir moda gibi kullanılmıştır.19. yüzyıl sonunda tüm Avrupa’yıhızlı bir rüzgar gibi saran “Art Nouva” akımı da sanatımızın uygulamaları içinde yer bulmuş, son dönem Batı tandaslı yapılarımızda “Art Nouva” ve  “Art Deco” süsleme unsurları kullanılmıştır. Klasik dönem motif ve desen kompozisyon yapısı Batılı etki altında renklendirilmiş ve işlemeye işlenmeye başlandığı son yıllar ise Batılılaşma döneminin sona erdiği ya da başka bir deyişle “Neo Klasik”  kalemişi sanatının uygulandığı örnekler yapılır olmuştur.Aksaray Pertevniyal Valide Camii, neo klasik kalem işi tekniğinin güzel örneklerindendir. Cumhuriyet sonrası Türk sanatında,güzel sanatların Batılılaşma hevesinin devam ettiği görülür.Devlet eli ile sanatın hemen hemen her alanında batı kaynaklı eğtim ilgi ve alaka göze çarpar.Yurt dışına devlet kaynakları ile giden ve eğtim alan genç nesil, ülkeye döndüğünde Batı kaynaklı sanatların neferleri olarak çalışmalarına devam ederek bu sanatlara ivme kazandırmışlardır.Geleneksel sanat ise geleneğine dayanan gücü ile ayakta kalmayı başarmışsa da münferit sanatların gönüllü neferleri, hat, tezhip, ebru, cild gibi sanat dallarını kişisel bilgi ve becerilerive usta çırak ilişkisi ile bu günlere taşımayı başarmışlardır. 1982 yılında o zamanki adıyla Mimar Sinan Üniverstesi Güzel Sanatlar Fakülyesi , Geleneksel Türk El SanatlarıBölümü, Tezhip Hat branşını kazanıp üniversiteye  ayak bastığımda herkesin klasik sorularına ben de muhatap kalmıştım, üniversiteyi kazandığınızı aileniz konu komşu ve tanıdıklara söylediğinde hani veliler anne babalar sorar ya; “Ee oğlum üniversite hangi bölümü kazandın?” Ben de doğal olarak “tezhip” bölümü dediğimde aldığım ilk tepkiler hala belleğimdedir. “Aaa tesbih yapmanın da bölümü mü olurmuş, kaç taşlı tesbih yapıyorsunuz?” gibi insanların tepkilerine ve bir o kadar da bihaber oldukları bir bölüme girdiğimi anlamıştım. Hatta üniversiteye giriş sınavında yanımda sınava giren arkadaşımın “çini nedir?3önemli örnek veriniz,” sorusuna; “Çini; çini mürekkebi ile yapılan çalışmalara verilen isimdir;”yazdığına şahit olmuştum. İşte sanatımız son 30 yılda gelişme gösterip ilgi ve alaka görmeye başlayınca tanınırlığı da arttı.Kalemişi sanatı ise geleneksel sanatlarımız içinde gelişim ve var olma savaşını son derece zor şartlar altında verir olmuştur.Restorasyon işlerinde bir iki iyi niyetli işe gönül vermiş usta, güncel yeni uygulamalarda ise hızla gelişen gecekondu yapımı ve kültürü bu sanatı ayakta tutan sebepler olmuştur. Sanayi-i Nefise  Mektebi sonrasında Güzel Sanatlar Akademisi ve Mimar Sinan Güzel Snatlar Üniversitesi süreçlerinde var olan Geleneksel Türk  Sanatları Bölümünde  sanat kollarımız yaşatılırken hala geniş bir uygulama alanı olan kalemişi sanatında bir bölüm yada anasanat dalı  olmadığı aşikardır.Yine bir çok üniversitenin Meslek Yüksek Okulu Mimari  Restorasyon programlarında ders bazında verilen eğtimde piyasa şartlarında iş yapacak olan öğrencilere sadece bir bilgi altlığı teşkil edebilmektedir. Günümüzde kalemişi sanatı ile uğraşan sanatkarlar, klasik ismi ile “nakkaşlar” geleneksel sanatların hemen hemen her alanında bir şeyler bilmek ve anlamak zorundadır.Klasik dönem olarak adlandırdığımız ve daha ziyade üniversite bazında eğitimi verilen 15. Ve 16. Yüzyıl desen, uygulama teknikleri yanı sıra “eklekti” olarak adlandırdığımız, barok, rokoko , ampir, art nouva, art deco gibi tarz ve uslupların da uygulama ve yapımtekniklerini bilmeli, desen tarzlarına vakıf olmalıdırlar.Üniversitelerimizde  “Geleneksel Türk Sanatları “ eğitimi verilen bölümlerde eklktik tarz pek öğretilmese de bu okullardan mezun olan öğrencilerin bilhassa restorasyonla uğraşan ve bu alanda iş bulan öğrencilerinin karşısına sıkça eklektik tarzda süsleme ve bezemeler çıkmaktadır.Kalemişi sanatı ile uğraşan usta; kalıp alma, kalıba döküm yapma, dökümü yapılan parçanın montajından….altın varak uygulamasına ….gomalak ciladan, boya ezme ve hazırlama şekline kadar pek çok ayrı disiplinden anlamak ve bu disiplinleri ortak bir potada eritmek zorundadır.Belki yüzyıllar içersinde kalemişi sanatının uslupları, yapım şekillerini tasnif edip sıralama ihtiyacı duyulmamış olsa da günmüzde bu şekilde akademij bir sınıflamaya ihtiyaç vardır.Yüzyıllar içinden gelen birikim, kalemişi sanatımızda sistem ve devamlılık oluşturula bilmesi adına discipline edilmeli,gelecek nesillere belirli bir sistematiğe oturmuş halde aktarılabilmelidir. Türk Sanatı  Tarihi içinde kendimizi doğru ifade edebilmemizinbir önemli ihtiyacı da ortak dil ve terimler, tabirler bütünlüğünün sağlanmasıdır. “Usta Ağzı” olarak adlandırılan ve yapılan işi doğru bir şekilde ifade etmeyeyarayan terimler. “Mimarlık Sözlüğü” yada  “Tıp Sözlüğü” gibi çalışılarak toplanmalı ve bu sanatlarla uğraşanların hizmetine sunulmalıdır.Sanat tarihçileri, akademik sanatçılar ve alaylı ustalar ortak bir platformda buluşturulmalı gereken ortak dil bu sayede  malzeme formüllerinden yöresel tabirlerine kadar geniş bir yelpazede akademik ortama taşımalıdır.Kalıcılığın, devamlılığın  ve standard ulaşmanın temel yolları bunlardır. Kalemişi sanatımızda kullandığımız uygulama yüzeylerimiz hakkında basitce bir sınıflama yapmaya çalışırsak ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.   KALEMİŞİ UYGULAM YÜZEYLERİ; 1)SIVA ÜZERİ UYGULAMALAR a)DÜZ SIVA ÜZERİ UYGULAMALAR a.1. Kontürlü(Tahrirli ) Uygulamalar a.2.Kontürsüz(Negatif) Uygulamalar a.3.Baskı Şablonlama (Stencıl) Uygulamaları;    4.Duvar resmi; a.4.a.Fresk Tekniği; b)KABARTMA YÜZEYLİ SIVA ÜZERİ UYGULAMALARI; b.1. Sıva üzeri kabartma; b.2.Sıva üzeri mukavva kesme; b.3. Malakari tarzında kalıp- döküm- kartonpiyer tekniği; c)ÇÖKERTME ;(Alçı nevii) d)TAKLİT KALEMİŞİ UYGULAMALARI; d.1. Çini taklidi kalemişi uygulamalrı; d.2. Mozaik taklidi kalemişi uygulamaları d.3. Mermer-Somaki Kalemişi uygulamaları; 2)AHŞAP YÜZEY ÜZERİ UYGULAMALAR a)AHŞAP YÜZEY ÜZERİ; b)EDİRNEKARİ ; c)AHŞAP OYMA  üzeri renklendirmeleri; 3)BEZ ÜZERİ (TUVAL) UYGULAMALAR 4)METAL YÜZEY ÜZERİ UYGULAMALAR 5)DERİ ÜZERİ UYGULAMALAR 6)TAŞ VE MERMER ÜZERİ UYGULAMALAR   Yukarıda belirtilen uygulama çeşitliliği içinde geleneksel terim ve tabirler, malzemelerde önemli ayrıntılardır.Altın varak uygulama terimleri ve adlandırılışındaki gibi tabirler kaybedilmemeli dilimizin hızla azalarak kullanılan kelime dağarcığında hak etti ği yeri almalı ve korunmalıdır.Mazgala yapmak, perdahlamak, mührelemek, kilermesi, bolonya alçısı, gomalak, lak, cila,günümüzde kullanılanlan süt miksyon, bal miksyon, sakal fırça, flato, flato fırçası hemen lk aklıma gelen tabirlerdendir. İşte böyle zengin bir kültürün eseri olan sanatımız tüm benliği ile korunmalı, yaşatılmalı ve gelecek nesillere aktarılmalıdır.                                              Yrd. Doç. Kaya Üçer                                            Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi                                             MYO Mimari Restorasyon Prg.  

detaylı bilgi
MUSHAF-I ŞERİF HATLARI

MUSHAF-I ŞERİF HATLARI

Kur’ân-ı Kerim, Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar büyük bir titizlikle yazılmış, ezberlenmiş, okunmuş ve bu yollarla da korunmuştur. Yüzyıllar içinde âlimler, Kur’an’ı daha rahat ve doğru okumayı sağlayacak imlâ kurallarını ve güzel yazma usullerini geliştirirken kâtipler de Mushaf hatlarının estetik değer kazanması yolunda sanat güçlerini ortaya koymuş, bu arada Müslümanların sanat zevklerini de tatmin etmeye çalışmıştır. Emevîler devrinde yazılı kültüre geçişle beraber Mushaf kitâbeti etrafında hat, tezhip, cilt ve bunlara bağlı dallar, zengin kitap sanatlarını oluşturmuş, zamanla bu sahada şaheserler ortaya konmuştur. Kur’an’da, bu ilâhî kelâmın temiz sayfalarına değerli kâtipler tarafından yazılıp korunduğuna işaret eden beyanlar vardır (Vâkıa sûresi 56/77-78; Abese sûresi 80/11-16; Beyyine sûresi 98/2-3). Hicret’ten önceki dönemden itibaren Kur’an metninin Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına dair nakiller kaynaklarda yer almaktadır. İslâm’ın doğuşu sırasında bitişik Nebatî yazıdan kaynaklanan, Enbârî ve Hîrî safhalarından sonra Dûmetülcendel yoluyla Hicaz bölgesine geçen biri basit yuvarlak ve eğri çizgileriyle kâtibine göre farklılık arzeden “meşk” (leyyin, müstedîr), diğeri düzenli, geometrik, düz ve köşeli hatlarıyla “cezm” diye adlandırılan iki ayrı karakterde yazı biliniyordu. Kureyş kabilesinde bu yazıları bilenlerin sayısı on yedi civarındaydı (Belâzürî, s. 476-480). Söz konusu yazı sisteminde Arap dili fonetiğinde bulunan yirmi sekiz harfe karşılık on beş şekil vardı, on üç ses de bu işaretlerden biriyle yazılıyordu, fakat benzer şekildeki harfleri birbirinden ayıran nokta ve seslendirme işaretleri yoktu. Bu durumda mevcut alfabe ve imlâ ile Arap dilini ayrıca lehçe farklarıyla birlikte tespit etmek güçtü. O dönemlerde Araplar yazılı kültüre henüz geçmemişse de çok güçlü bir ezberleme yeteneğine sahiptiler. Bu sebeple I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısına kadar yazı, hâfızaya yardımcı konumunda bulunuyordu (Çetin, Eski Arap Şiiri, s. 25; Muhammed Hamîdullah, s. 51).   Kısa bir süre vahyin her iki yazı türü ile yazıldığı, fakat daha sonra geometrik yazının Kur’an’a tahsis edildiği bilinmektedir. Hz. Ali (ra)’ın bu yazının harf, kelime ve cümlelerinin tertip ve terkibinde, aralık ve birleşmelerinde bazı kurallar ortaya koyduğu söylenir (Âlî, s. 13). Ayrıca ashap, Mushaf yazısını güzelleştirme yolunda çaba gösteriyordu. İbnü’n-Nedîm, Mekkî mâil ve Medenî yazılarının elif harfleriyle karakterize edildiğini kaydeder ve “elif”lerin sola meyilli alt ucunun sağa doğru kıvrık olduğunu belirtir (el-Fihrist, s. 9). Bu yazı İslâmiyet’le beraber mekkî, medenî, daha sonra basrî, kûfî gibi yeni terimler kazandı. Günümüzde I. (VII.) yüzyıla ait olduğu tahmin edilen mâil mekkî yazı örneklerinde dik hatlar sağa meyilli, elif harfleri bitiş  noktasında çengellidir. (Vatikan Ktp., Ar., nr. 1605; Britanya Müzesi, nr. 2165; Bibliotheque  Nationale, Ar., nr. 328) Resûl-i Ekrem (sav) zamanında kâtipler yazı malzemesi olarak safran ve gül suyu ile boyanmış, inceltilmiş deri (rak), tahtadan yapılmış tabletler, develerin kürek kemikleri, hurma ağacı yapraklarının orta damarı, ince beyaz taş ve kırık seramik parçaları kullanıyordu. Sert malzeme üzerine madenî kalemle oymak suretiyle, diğer malzemeler üzerine de kamış kalem, hokka içinde siyah veya kahverengi mürekkeple yazıyorlardı. Hz. Peygamber (sav) dayanıklı ve kalıcı olması sebebiyle vahiylerin, önemli mektupların parşömen üzerine yazılmasını istiyordu. Çok pahalı olan Mısır papirüsü ve Hint beyaz ipeği de yazı malzemesi olarak biliniyordu. Hz. Ebû Bekir (ra) devrinde cemedilen Mushaf ve Hz. Osman (ra)’ın hilâfetinde Mushaf istinsah heyetince belirlenen imlâ kuralları esas alınarak çoğaltılan Mushaflar, deri üzerine, siyah mürekkeple ve medenî hatla irice yazıldı. Kur’an metninin dışında hiçbir işaret ilave edilmedi. Özellikle Mushaf kitâbeti için seçilmiş olan medenî yazı düzenli, geometrik, ritmik, yatay ve dikey çizgilerin hâkim olduğu noktasız, harekesiz basit bir yazı türü idi. Emevîler döneminde ilim ve sanat hayatı canlandı, bunun sonucunda Kur’an ve kitap istinsah, telif ve tercüme faaliyetleri hızla artmaya başladı. Dımaşk’ın idarî merkez olmasından sonra Mushaf yazan ve divanda çalışan kâtipler çoğaldı. Mushaf yazanlar bütün emeklerini yazının güzelleşmesi yolunda harcıyorlardı. Kâtiplerin tecrübeleri artınca satır düzeninde harf ve kelimeler oran ve biçim kazanmaya başladı. İbnü’n-Nedîm, I. (VII.) yüzyılda hüsn-i hatla ilk defa Mushaf yazanın Hâlid b. Ebü’l-Heyyac olduğunu belirtir ve onun yazdığı Mushafı gördüğünü kaydeder. I. Velîd için şiirler istinsah eden Hâlid, Mescid-i Nebevî’nin kıble duvarına Şems sûresini veya Şems sûresinden Kur’an’ın sonuna kadar olan kısmı altınla ve ilk defa celî kûfî hatla yazan sanatkâr olarak anılır. Yine İbnü’n-Nedîm, Ömer b. Abdülaziz’in Hâlid’den bir Mushaf yazmasını istediğini, ancak Kur’an’ın yazılması tamamlandıktan sonra çok beğendiği halde fiyatını yüksek bulduğu için onu elde edemediğini nakleder (el-Fihrist, s. 9). Emevî sarayında ücretle çalışan Malik b. Dînâr’dan önce Sa’d ve yazıda büyük ıslahat yapan Kutbe el-Muharrir, güzel hatla Mushaf yazan kâtiplerdendir. Bu devirde genişleyen idarî teşkilâta bağlı olarak divanlarla günlük yazışma ve kayıtlarda yuvarlak (müstedîr) yazı gelişme zemini bulup daha çok işlendi. Resmî belgelere belirli ebatta kâğıtlar ayrıldı ve bunlar için uygun yazılar geliştirildi. Yuvarlak yazı sahasındaki bu çeşitlilik, örnekleri IV. (X.) yüzyıldan sonra görülen Kur’an ve kitap yazımında kûfî hattın yerini alacak olan neshî (verrâki, Irâki) yazıya zemin hazırladı. Yazı sanatı, diğer İslâm sanatlarına göre daha erken ve süratli bir şekilde gelişme ve değişim göstererek, İslâmî kimlik kazandı. Emevîler zamanında Mushaf kitâbetinde görülen önemli bir gelişme de Kur’an kıraatinde i’rab hatalarını, yanlışlıkları gidermek, Mushaf metninde her türlü bozulmayı önlemek, rahat ve doğru okumayı sağlamak amacıyla yapılan harekeleme ve noktalama çalışmalarıdır. Ebü’l- Esved ed-Düelî ile başlayan yuvarlak kırmızı renkli noktalarla harekeleme, Nasr b. Âsım ve ibn Ya`mer ile benzer harf şekillerinin kalem kalınlığı kadar eğik çizgi şeklinde noktalama çalışmaları (Dânî, s. 1-10), Halîl b. Ahmed ile de Arap yazı ve imlâ sistemi, okutma ve mühmel işaretleri bugünkü şeklini almıştır (a.g.e., s. 2-9; Süyûtî, s. 160-162). Müze ve kütüphanelerde I, ll ve III. (VII, VIII ve IX.) yüzyıllara ait kûfî Mushaf yazılarındaki bu ıslahatı belgeleyen Mushaf veya Mushaf sayfaları bulunmaktadır. İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde yer alan (Şam Evrakı, nr. 85, 86, 87, 88, 89) Kur’an sayfalarından başka bir Mushaf-ı Şerif (nr. 358), Topkapı Sarayı Müzesi (Karatay, I, 1-23), İstanbul Üniversitesi (a.g.e., I, 1-3), Vatikan (Levi della Vida, s. 1-51) kütüphanelerinde ve British Museum’da (Lings, s. 17-28) bulunan Mushaf ve Mushaf sayfaları bilinen güzel örnekler arasında zikredilebilir. Bu örneklerde düz ve dik hatların ölçülü çekilişindeki metanet, temizlik, sadelik, kelime, harf ve satır aralarındaki uyum ve oran dikkat çekmektedir. Abbasîler döneminde yetişen Dahhâk b. Aclân el-Kâtib, İshak b. Hammâd, İbrâhim es-Siczî gibi kâtipler, mevzun hatlarda önemli yenilikler yaptı. Bu devirde Hârûnürreşîd’in sarayında çalışan Mehdî ve Hoşnâm adlı kâtiplerle kûfî hattını hünerle yazan Ebû Hîrî’nin adı Mushaf yazan sanatkârlar arasında geçer. Hat sanatında bir dönüm noktası kabul edilen İbn Mukle ve kardeşi Ebû Abdullah Hasan b. Ali, mevzun hatları (müstedîr) ayıklamaya tâbi tutarak sınıflandırmış, harflerin hendesî ölçü (Hendesetü’l-hurûf) ve kurallarını belirlemiş ve aklâm-ı sittenin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İki Mushaf yazdığı bilinen İbn Mukle’den günümüze herhangi bir örnek ulaşmamıştır. Abbâsîler devrinde bilhassa tercüme ve telif faaliyetlerine paralel olarak zenginleşen kütüphanelerde çalışan verrâklar (müstensih, kâtip) bu nisbetli yazılar arasında “neshî” diye bilinen hattı, Mushaf ve kitap istinsahında geliştirdiler. Neshî yazı daha sonra reyhânî ve nesih adlarıyla ikiye ayrılarak Mushaf yazımında öne çıkacaktır. IV. (X.) yüzyılda neshî yazı tamamen kûfînin yerini aldı. Ancak kûfî hattı Kuzey Afrika, Endülüs ve Mağrib’de kûfiyyü’l-mesâhifi’l-Garbî, el-hattu’l-Mağribî (TİEM, nr. 360; TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 40; İ0 Ktp., AY, nr. 6754’te Mağribî hatla örnek Mushaflar bulunmaktadır) şekliyle Verş kıraatine uygun, İran ve doğusunda Meşrik kûfîsi (TSMK, Revan Köşkü, nr. 14; Emanet Hazinesi, nr. 42’de Meşrik kûfîsi ile Mushaflar vardır) adıyla aklâm-ı sittenin yaygınlaşmasına kadar Mushaf hattı olarak kullanılmaya devam etti. Hz. Osman (ra), Mushaflarının şekil ve hattını muhafazaya son derece önem veren âlimlerin yanı sıra sonraki âlimlerden yazının bir sembolden ibaret olduğunu, meselenin Kur’an’ı doğru okumayı sağlayan, metni şekillendiren hattan ibaret bulunduğunu söyleyenler de vardı. Buna göre Kur’an’ın kûfî hatla olduğu gibi başka biçimde yazılması da câizdir. Kur’an metnini muhafazada Müslümanların hassasiyetinden kaynaklanan bu ihtilâflar V. (XI.) yüzyıla kadar devam etti. Fakat zamanla hareke ve noktaların kaçınılmazlığı âlimler tarafından kabul edildi. Ayrıca sûrenin baş tarafına adını yazmak, âyetleri birbirinden ayıran işaretler koymak, Kur’an’ı cüzlere, hiziplere ayırarak, bunlar için özel şekiller yapmak, Mushafı tezyin etmek hoş karşılanmaya başlandı. Aslında Mushaf kitabetinde neshî yazının kûfînin yerini alması resm-i Osmânî’ye muhalefet olmayıp hat sanatının tarihî seyri içinde gelişmesinin tabii bir neticesidir. Kûfî ve neshî yazısında harflerin öz ve cevherleri aynıdır, farklılık, harflerin özel şekillerindedir. Böylece Hz. Osman (ra) ‘ın Mushaf kitâbeti için koyduğu usullere zaman içinde ilâveler olmuş, hat, kıraat, dil âlimleri ve kâtipler tarafından Kur’an hattının şekli, bazı İslâm ülkelerinde imlâsı ve tertibi geliştirilerek kurallara bağlanmış, bu konuda “İlm ü resmi’l-Mushaf” adıyla bir ilim tedvin edilmiş, yazı ve imlâda bu klasik formlara bağlı kalmak, Mushaf kitâbetinde esas alınmıştır. Kur’an kıraati icâzetli bir hocadan öğrenildiği gibi Mushaf yazma âdâbı da I. (VII.) asırdan itibaren sistemli bir öğretimle üstattan tâlim edilegelmiştir. Kur’an’ın  Arap alfabesi dışında bir alfabe ile yazılması mümkün değildir. Harflerin kelime içinde şekil ve nisbetleriyle satır halinde güzel duruşlarını sağlamak Kur’an yazmanın âdâbından sayılmış, harf şekillerinin açık, irice, okunaklı ve güzel olması üzerinde önemle durulmuştur. Çünkü güzel yazı, okuyanda hürmet ve hayranlık uyandırdığı gibi fikrin telkininde de önemli ölçüde tesir eder. Sûrelerin isimlerini, nâzil oldukları yeri ve âyetlerin sayısını açıklayan başlıkların ayrı bir hatla yazılmasında sakınca görülmemiştir. Sayfa kenarında kalan aşr, hizb ve secde güllerinin nakşına da izin verilmiştir. Bu şekiller, eskiden beri yazma Mushaflarda renkli boya ve altın mürekkeple tezhip edilmiş, bu bölümlerin ibareleri tevki’ hatla yazılmış, böylece açıklayıcı kısımlar Kur’an metninden ayrılmıştır. Hat tarihinde ikinci büyük hat üstadı olarak kabul edilen İbnü’l-Bevvâb, İbn Mukle’nin aklâm-ı sittede ortaya koyduğu kuralları daha ince geometrik nisbetlere bağlayarak üslûbunu güzelleştirmiştir. İbnü’l-Bevvâb’ın altmış dört Mushaf yazdığı bilinmektedir. Bunların içinde zamanımıza ulaşan ve kendisine ait olduğu kesin olan en güzel nüsha Dublin’dedir (Chester Beatty Library, nr. 1431). 391 (1001) yılında resmî imlâ ile Bağdat’ta yazılan bu Mushaf 17,7 x 13,7 cm. boyutlarında 286 varaktır. Kur’an metni yeni üslûp kazanmaya başlayan reyhânî hatla, sûre başları ve açıklayıcı bilgiler (muhtıra) tevki’ hatla yazılmıştır. Âyet sonları mavi renkli üç nokta ile belirtilmiş, her beş âyette beş rakamının ebcedde karşılığı olan “he” harfini temsil eden damla şekli konmuştur. Her on âyeti gösteren aşr işareti sûrenin içinde bazen dış bordürde iki madalyon şeklindedir. Mushafın tezhibinin de İbnü’l-Bevvâb’a ait olduğu tahmin edilmektedir. Bu Mushaf, reyhânî yazının doğuşunu belgelemesi yanında devrinin Mushaf yazma usullerini, sayfa düzeni ve tezhibini göstermesi bakımından da elde mevcut ilk örnektir. David Storm Rice, Mushaf üzerinde bir araştırma yapmıştır (The Unique Ibn al-Bawwab Manuscript in the Chester Beatty Library, Dublin 1955). Altı çeşit yazıyı klasik kurallarıyla belirleyen Yâkut el-Müsta’sımî, yazdığı söylenen bin Mushaf ve yetiştirdiği altı talebesiyle Mushaf kitâbetinde yeni bir çığır açtı. Bu ekolde muhakkak ve reyhânî yazılar en güzel ölçülerine ulaştı. XV. yüzyılda Osmanlı hat ekolünün oluşumuna kadar başta muhakkak ve reyhânî olmak üzere sülüs ve nesih hatlarla Mushaf kitâbetine zenginlik ve çeşitlilik kazandırıldı. Yâkut el-Müsta’sımî’nin günümüze ulaşan eserlerinin çoğu Mushaftır (TSMK Emanet Hazinesi, nr. 37,61, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 216, 224, 226, 227; Hırka-i   Saadet, nr. 159). Bu Mushafların her biri, ayrı ayrı muhakkak, reyhânî, sülüs ve nesih hatlarla yazılmıştır. Kaynaklarda verilen bilgiye göre Yâkut’un talebesi Abdullah Ergun yirmi dokuz; Nâsırüddin Mütetabbib yirmi beş; Mübârek Şah Kutub kırk dört; Ahmed-i Sühreverdî otuz üç, Abdullah-ı Sayrafî otuz altı ve Nasrullah Tayyib yirmi beş Mushaf yazmıştır. Yâkut ekolünde sülüs ve nesih yazılarının klasik harf oranları belirlenmiş olmakla beraber, bu yazılar asıl gelişmesini Şeyh Hamdullah ile başlayan Osmanlı hat ekolünde tamamlayacaktır. Yâkut tarzı Mushaf kitâbeti Osmanlılar’a kadar İran sahasında Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Timurlular, Safevîler ve Memlükler zamanında çok güzel örnekler vererek devam etmiştir. Bu dönemlerde muhakkak ve reyhânî yazılar öne çıkmakla beraber sülüs ve nesih yazıların da Mushaf yazımında kullanıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Kur’an metninin İbnü’l-Bevvâb’dan sonra görülen bir tertibinde bir satır muhakkak, altında reyhânî satırlar, ortada yine muhakkak, altında reyhânî satırlar, en alt sırada muhakkak olmak üzere bir sayfada aklâm-ı sittenin karışık olarak yazıldığı Mushaf tertibi yaygınlaştı. Genelde sûre adları, âyet sayısı ile nüzûl yerini gösteren metinler (muhtıra) tezyinî kûfî ile, bazen de tevki’ hatla yazılmıştır.   Yâkut ekolünün son temsilcisi Ahmed Şemseddin Karahisârî’nin Kanûnî Sultan Süleyman adına yazdığı Mushaf-ı Şerif (TSMK, Hırka-i Saâdet, nr. 5) bu ekolde yazısı, tezhibi ve cildi ile en güzel örnek olarak kabul edilmektedir. 61,5x 42,5 cm. boyutlarında olan Mushafın her sayfasında aklâm-ı sitte karışık biçimde yazılmıştır. Sayfanın ilk satırı muhakkak, beş satırı nesih, bir satırı sülüs, beş satırı nesih, son satırı muhakkak hatla düzenlenmiştir (Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, s. 110). Bu sanat şaheserinin Kültür Bakanlığı tarafından boyutu küçültülerek (48x33 cm.) tıpkıbasımı yapılmıştır (Ankara 2000). İslâm yazıları, Yâkut el-Müsta’sımî’nin ardından XV. yüzyılda son olgunluk dönemine girdi. Kâtiplerin yüzyıllar süren tecrübeleri neticesinde yazı sanatı İstanbul’da Amasyalı Şeyh Hamdullah mektebiyle zirvesine ulaştı, özellikle nesih yazı kolay okunan ve yazılan bir yazı haline geldi. Buna bağlı olarak Mushaf kitâbetinde nesih hattı diğer yazılara tercih edildi. Böylece Kur’an metninde sadelik, devamlılık ve okumada kolaylık sağlandı. Muhakkak, reyhânî veya aklâm-ı sittenin karışık olarak kullanıldığı sayfa tertibi terkedildi. Bunun yerine bütün İslâm âleminde Şeyh Hamdullah’ın geliştirdiği nesih hat, Âsım kıraatine göre sonradan geliştirilmiş imlâ ile Mushaf kitâbeti benimsendi. Ayrıca sayfa düzeni, satır araları, satır sayısı en güzel ölçülerine kavuştu. Mushaf yazısına zarafet, sadelik gibi sanat değerleri kazandırıldı. Sûre başı yazıları ve diğer ilâveleri tevki’, ketebe kaydı rika’ ile (hatt-ı icâze) yazıldı. Metni gölgeleyecek yazı çeşitliliği ve sanat gayretiyle yapılan aşırı abartılı süslemelere yer verilmedi.   Şeyh Hamdullah’tan sonra XX. yüzyıla kadar gelen Osmanlı hattatları sultanların ve devlet büyüklerinin sağladığı imkânlarla Mushaf kitâbetini en yüksek düzeye ulaştırdılar. Şeyh Hamdullah’ın açtığı çığırda Hâfız Osman nesih yazıya canlılık ve yeni estetik nisbetler kazandırmış, yazdığı ve daha sonra basılan Mushaflarıyla İslâm dünyasında tanınmıştır. İstanbul’da basılan ilk Mushaf (1871) Hâfız Osman’ın Ali el-Karî imlâsına uygun olarak yazdığı Mushaftır. Yine Ali el-Karî imlâsına uygun biçimde 1097’de (1686) yazdığı Kur’ân-ı Kerîm, II. Abdülhamid’in emriyle devlet adamlarına hediye edilmek üzere âharlı kâğıda basılmıştır (1298). Hâfız Osman’dan sonra Yedikuleli Seyyid Abdullah, Şekerzâde Seyyit Mehmet, Eğrikapılı Mehmet Râsim ve Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Osmanlı hattatları arasında yazdıkları güzel Mushaflarla tanınır. Müslümanların daha çok ilgi gösterdiği ve beğendiği âyet-berkenar Mushaf tertibinin Kayışzâde Hâfız Osman Nûri tarafından yazılıp günümüze kadar pek çok baskısı yapılan Mushaflarla yaygınlaştığı bilinmektedir. Mushaf yazısını en güzel kıvama getiren Hasan Rızâ Efendi de yazdığı âyet-berkenar Mushaflarla meşhurdur. Basılmak üzere yazdığı Mushafların açık, okunaklı, âyet-berkenar olması, hat güzelliği, okutma işaretlerinin yerli yerince konmuş olması bugün de ona olan ilgiyi artırmıştır.   Topkapı Sarayı Müzesi ve İstanbul Üniversitesi kütüphanelerinde korunan yaklaşık bin beş yüz yazma Mushaftan 1000’li (1592) yıllara kadar Arap hattatları tarafından yazılmış iki yüz elli adet Mushafın doksanı kûfî, onu mağribîdir. Diğer taraftan VII. (XIII.) yüzyıldan sonra yazılmış yüz yetmiş sekiz Mushafta nesih, muhakkak, reyhânî hat kullanılmıştır. Bunların dışında Osmanlı dönemine ait yaklaşık bin Mushafın hemen hemen tamamı nesih hatladır. Bugün, İslâm ülkelerinde Âsım kıraati üzerine yazılmış Mushaflar çok yaygındır. Ancak Sûdan’da Ebû Amr kıraatine göre, Mısır’ın bir kısmı ile Kuzey Afrika’da Verş rivayeti esas alınarak mağribî, endelüsî ve nesih hatlarla yazılmış Mushaflar basılmaktadır. İran sahasında (IX./XV. yüzyıl) altı çeşit yazıdan başka kısa zamanda ilgi ve gelişme gösterip işlenen nesta’likin incesiyle Mushaf yazılmışsa da bu yaygınlaşmamıştır.Emevîler zamanından günümüze kadar yazılmış olan Mushafların her sayfadaki satır sayısı yazı cinsine göre farklılık gösterir. Hârûnürreşîd tarafından ilk defa Bağdat’ta kurulan kâğıt imalâthanesinde farklı kâğıtların üretilmesiyle beraber IV. (X.) yüzyıldan sonra Mushaflar en iyi cins kâğıtlara yazılmaya başlamıştır. 110 x 73 ve 98x65 cm. boyutlarında üretildiği tahmin edilen bağdâdî kâğıtların kırılmasıyla kitap ve Mushaf formatı ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca halife ve sultanların siyasî güçleri, kültürel üstünlükleri, yazdırdıkları Mushafların ebatlarına ve tezhibine yansımıştır. Enine uzun, kare, çoğunlukla da dikdörtgen şeklinde ve çok değişik boyutlarda Mushaflar yazılmıştır. Yale Üniversitesi The Beineke Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan Yâkut el-Müsta’sımî ketebeli, 26x17,5 cm. boyutlarında otuz bir yaprak Mushafın her sayfası ince nesih hatla, kırk sekiz satır olarak düzenlenmiştir. VIII. (XIV.) yüzyıldan sonra bilhassa Osmanlı dönemi Mushaflarında genelde her sayfada dokuz, on bir, on üç, on beş satır olarak standart bir düzene ulaşılmıştır. Her sayfada on beş satır halinde düzenlenmiş, sayfa sonunda âyetin tamamlandığı Mushaflar âyet-berkenar veya hâfızlara kolaylık sağladığı için “Mushafü’lhuffâz” diye adlandırılmıştır. Bu düzenlemenin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Dârü’I-kütübi’l-Mısriyye’de korunan (nr. 20) Yâkut el-Müsta’sımî ketebeli Kur’an’ın, âyet-berkenar tertip edilmiş olması bu usulün eski devirlere kadar gittiği görüşünü kuvvetlendirmektedir. Timur’un Semerkant’ta Bîbî Hanım Camii için yazdırdığı Mushafın (Smithsonian Institution Washington D. C., 1995, nr. 2. 16.1) 2,2x1,5 m. boyutlarında olduğu bilinir. Bu Mushafı yazan Ömer-i Aktâ’ın ayrıca mühür yüzüğünün yuvasına sığabilecek kadar küçük gubârî hatla Mushaf yazdığı da nakledilen rivayetler arasındadır (Kadî Ahmed, s. 64). XIV. yüzyılda Mısır Memlük sultanlarının yazdırdıkları Mushaflar (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, nr. 9-15) oldukça büyük formatta (75x56, 105x77 cm.) tasarlanmıştır. Zengin süslemesi, altın mürekkeple yazılmış harflerin etrafının siyah mürekkeple veya siyah mürekkeple yazılmış harflerin altın mürekkeple tahrirlenmesi zamanının coşkulu sanat anlayışını yansıtmaktadır. Osmanlılar’da Mushaf, daha kullanışlı boyutlarda tasarlanmış, büyükten küçüğe ölçüleri verilmeden şöyle adlandırılmıştır: Cami Mushafı, kebîri kıta 1/1, vezîrî kıta 1/2, küçük kıta 1/4, sümün kıta 1/8, sancak Mushafı (Derman, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Hat Koleksiyonundan Seçmeler, s. 22). İstanbul’un bazı müze ve kütüphanelerinde bulunan Osmanlı Mushaflarının incelenmesinden anlaşıldığına göre Mushaflar az sayıda 89x89, 78x45, 47x31, 45x26, 40x27 cm. ve daha çok 27x19, 19 x12, 14x9,5, 10x8 cm. boyutlarında ve dikdörtgen şeklinde tasarlanmıştır. Osmanlı hattatları Mushaf kitâbetinde uyulması gereken bazı esaslar koymuştur. Yazım işi büyük bir titizlik isteyen bu işlem ve safhalardan sonra tamamlanırdı. Güzel bir yazı için hattatın kabiliyet ve hünerinin yanı sıra kalem, mürekkep ve kâğıt gibi malzemenin de kusursuz olması önem taşırdı. İmalâthanelerde üretilen en kaliteli beyaz ve pürüzlü ham kâğıt seçilir, soğan kabuğu, kırmız böceği, cehri ve safran gibi maddeler kaynatılarak elde edilen ve bir tekneye boşaltılan renkli suya kâğıt tabakaları batırılır, gözü yormaması için renklendirilirdi. Kuruduktan sonra âharlanır, mührelenir ve ağırlık altında en az bir yıl bekletilirdi. Böylece terbiye edilmiş kâğıt tabakaları istenilen ebatta kırılır, forma haline getirilirdi. Kur’an metninin boyutları ve satır araları belirlenir, hazırlananmıstar aletiyle bütün yaprak sayfaları mıstarlanırdı. Çok defa dış bordür yazı sahasının genişliğinin yarısı kadar, dip kısmı ise dış bordürün yarı ölçüsünde tutulurdu. Forma halinde hazırlanmış yaprakların yazımı sağ diz dikilerek altlık üzerinde yapılır, yazı için hazırlanmış is mürekkebi, kamış kalem veya cava kalemi kullanılırdı. Osmanlı hattatları içinde Yahyâ Hilmi Efendi gibi Mushaf yazımını bir ayda tamamlayan, Ramazan b. İsmail gibi her gün yarım cüz yazmayı âdet edinmiş hattatlar olduğu gibi, altı ayda, bir yılda Mushaf kitâbetini tamamlayan hattatlar da vardı. Mushaf yazımına fazla özen gösteren üstatlar, baş kısmının daha güzel olması için çok defa Kur’an’ı onuncu cüzden başlayarak sonuna kadar yazar, ardından başa döner ve onuncu cüze kadar yazarlardı. Kur’an metni yazıldıktan sonra daha ince bir kalemle hareke, kırmızı mürekkeple secâvend işaretleri konur ve sayfalar tezhip edilirdi. Yazanın abdestli ve malzemenin temiz olması Mushaf yazma âdâbındandı. Müzehhipler, Kur’an’ın zahriye ve Fâtiha ile Bakara sûresinin ilk beş âyetinin (serlevha) yer aldığı karşılıklı iki sayfanın tezhiplenmesinde bütün hünerlerini gösterirlerdi. Sayfaların sadeliğini bozacak tarzda süslemede mübalağa yapılması, okumayı zorlaştırması sebebiyle bir sayfada farklı yazılar kullanılması hoş karşılanmamıştır. Serlevhadan sonra gelen sayfalarda Kur’an metninin etrafına altın cetvel çekilir ve farklı renklerle tahrirlenir. Âyet sonlarına farklı duraklar, yirmi sayfada bir cüz gülü, beş sayfada bir hizip gülü, secde âyetlerinin karşısına da secde gülü konur, sûre başları ve hâtime sayfası tezhiplenirdi. Tezhip, bir usta ile çıraklarının dikkatli ve sabırlı emeklerinin sonucu tamamlanırdı. Saray nakışhânelerinde ise tezhip ortak bir çalışmanın ürünüydü. Cetveller, tahrirler, renkler ve motifler usta müzehhiplerin gözetiminde ayrı ayrı sanatkârlar tarafından hazırlanırdı. Tezhibi tamamlanan Mushafın sûre isimleri, muhtıralar, cüz, hizb, aşr ve secde yerleri beyaz üstübeç mürekkebiyle yazıldıktan sonra ciltlenirdi.     Kaynaklarda çok Mushaf yazdıkları kaydedilenler dışında nesih hatla ondan fazla Mushaf yazan Osmanlı hattatlarının Tuhfe-i Hattâtîn ve Son Hattatlar gibi kataloglar esas alınarak tespit edilebilen Mushaf sayısı ölüm tarihleri sırasına göre şöyledir: Şeyh Hamdullah kırk yedi, Ali Karî b. Mehmet (her yıl bir Mushaf yazmıştır), Derviş Ali (Büyük) elli, Ramazan b. İsmâil (Kur’an hattatı diye tanınır) dört yüz, Suyolcuzâde Mustafa Eyyûbî elli, Abdurrahman Abdi Çelebi kırk, Ömer b. İsmâil on, Hocazâde Mehmed Enverî kırk, Hâfız Osman yirmi beş, Ağakapılı İsmâil kırk, Arapzâde Mehmed b. Ömer (bin adet yazmayı başarmıştır), Hâfız Mustafa elli, Çinicizâde Abdurrahman Efendi yüz, Ahmed (Mısır Kadısı) yirmi, Yedikuleli Seyyid Abdullah yirmi dört, İbrâhim Tâhir altmış, Seyyit Halil on beş, Ahmet b. Hasan yüz yetmiş, Eğrikapılı Mehmed Râsim altmış, İsmâil b. Ahmed on sekiz, Feyzullah b. Sun’ullah yüz doksan beş, Seyyit Mehmet b. Ahmet beş yüz, Akmolla Ömer yüz, Mustafa b. Ebû Bekir kırk, Kunduracı Ahmed yirmi, İsmâil Zühdü kırk, Ahmet Nâilî Efendi yüz yirmi bir, Çemşîr Hâfız Sâlih dört yüz elli dört, ince ta’lik hatla Şeyhülislâm Arapzâde Mehmet on, Hakkâkzâde Mustafa Hilmi iki yüz, Kazasker Mustafa İzzet on beş, Ali Nâilî elli yedi, Kayışzâde Hâfız Osman Nûri yüz yedi, Yahyâ Hilmi yirmi beş, Hâfız Mustafa Tevfik üç yüz altı, Hasan Rızâ on dokuz, Mehmed Râşid otuz yedi, Rifâî Aziz Efendi on beş. Aziz Efendi 1922’de Melik I. Fuâd’ın daveti üzerine Kahire’ye giderek onun adına resm-i Osmânîye uygun Mushaf yazmıştır. Mushaf kitabetinde imlâ ve yazı birliği sağlamak maksadıyla bu Mushaf I. Fuâd tarafından bastırılarak İslâm âlemine dağıtılmıştır. Mushafın aslı, Kahire İslâm Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır (M. Hamîdullah, s. 56-57; Serin, Hattat Aziz Efendi, s. 27).   İslâm medeniyetinde Kur’an ve kitaba gösterilen derin sevgi ve saygı pek ibtidaî bir biçimde bulunan yazıyı en yüksek sanat dalı seviyesine yükseltirken buna bağlı olarak Mushaf kitâbeti etrafında tezhip, cilt, sedefkârlık ve ahşap sanatlarında da İslâm milletlerinin sanat zevk ve geleneklerine göre farklı teknik, motif, renk ve kompozisyon anlayışı ile üslûplar doğmuş ve gelişmiştir. Klasik çağına XV. ve XVI. yüzyıllarda ulaşan tezhip ve cilt sanatı Timurlular, Safevîler ve Osmanlılar zamanında en güzel örneklerini Mushaflarda sergilemiştir. Cami ve türbelere vakfedilmiş sanat değeri taşıyan Mushaf ve cüzlerin korunması, okuma sırasında yüksekçe bir yere konması ve rahat okunması amacıyla yapılan rahleler, cüz ve Kur’an mahfazaları da İslâm sanatının ilgi çeken bir alanıdır. Osmanlı dönemi cüz ve Kur’an mahfazaları kıymetli ahşap, sedef, bağa, fildişi kakma, ayaklı, kapağı kubbeli, düz veya altıgen olarak tasarlanmış, göz alıcı zengin motiflerle bezenmiştir. Osmanlı sedefkârlarının cami ve türbelerden seçilerek toplanmış XV. ve XVI. yüzyıllara ait en güzel eserleri Topkapı Sarayı ve Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde zengin bir koleksiyon oluşturmaktadır (TSM, nr. 2/2903, 27/19, 27/20; TİEM, nr. 1, 5, 8-13, 17. 19, 20, 24). Erken dönemde büyük ebatta, ağır parşömen Mushafları koymak ve ayakta okumak için yüksekçe rahlelerin yapıldığı bilinmektedir (Çulpan, s. 60). Farklı kültürlerde ve değişik biçimlerde devam eden rahle yapımı Selçuklular zamanında yekpâre ahşaptan dişli geçme, iki kanatlı, açılır kapanır tarzda, büyük bir özenle oyulmuş, işlenmiş ve üslûp kazanmıştır. Selçuklu rahleleri çoğunlukla geometrik ve rûmî desenli yazı motifli veya kafes oyma (ajur) tarzında yapılmıştır. XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı ahşap ve sedefkârlık sanatı fildişi, bağa, sedef, abanoz gibi çok zengin malzeme ve motifleriyle en yüksek düzeye ulaşmıştır. Bu sanatın az bulunur örnekleri de müzelerde sergilenmektedir (TSM, Murassa’ Gümüş Rahle, nr. 2/39 46; TİEM, nr. 14, 15, 33, 74, 79, 80, 83, 87, 90, 103;).   Prof.Dr.Muhittin Serin

detaylı bilgi
HİLYE-İ ŞERÃŽFE’NİN DİNÃŽ, EDEBÃŽ VE ESTETİK BOYUTLARI

HİLYE-İ ŞERÃŽFE’NİN DİNÃŽ, EDEBÃŽ VE ESTETİK BOYUTLARI

Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA 1. Hilye’nin Ortaya Çıkışı Hilye, kelime olarak “yaratılış, süs, ziynet” bir başka ifade ile “insanın medâr-ı temâyüzü olan evsâf-ı hariciyesi” gibi anlamlara gelir. Istılahî olarak ise, İslâmî edebiyatta Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hâl ve tavırlarını anlatan, mübarek cisimlerinin evsafını beyan eden manzûm veya mensûr metinlere “hilye” denir. Hat san’atında da bu metinleri ihtiva eden eserler, “hilye-i saâdet” veya “hilye-i şerîfe” olarak adlandırılır. “Ta‘rîf-i eşkâl-i Rasûl Aleyhisselâm” veya “Fahr-i Kâinât Efendimiz’in evsâf-ı mübârekesi” şeklinde (Güngör, 2003: 186) veya “Nebiyy-i Muhterem Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm Efendimiz Hazretleri’nin şemâil-i şerîfe ve sıfat-ı kutsiyyelerini havî kitap ve levha” (Kamus-ı Osmanî) şeklinde de tanımlanan hilye-i saâdet’in Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyulan muhabbet ve hasretin san’attaki aksi olduğu söylenebilir. Müslüman şair, bu hislerini na’t ile dile getirirken, hattat da yazıyla O’nu tarif etme cihetini benimsemiştir. Hz. Peygember (s.a.v.)’in sûretini resmetmek sakıncalı görüldüğünden, en edebî hilye metnini en zarif hattile levha haline getirmenin daha münasıp olacağı inancıyla Hilyetü’n-Nebeviyye eserlerine çok rağbet edilmiştir. Hilye-i şerîfeye bilhassa Türk kültüründe büyük değer verilmiş; hilye metnini ezberleyenin hem dünyada hem ahirette büyük mükâfata nail olacağına, nimete ve saâdete erişeceğine inanılagelmiştir. Hilye-i saâdetin evde veya işyerinde bulundurulduğu takdirde o mekânın yangın, hırsızlık vb. âfetlerden korunacağı, yanında taşıyanların kaza ve musibetlerden muhafaza edileceği, seyahatlerde işlerin âsân olunacağı kabul edilmiştir. Ayrıca meskenlerinde bu mübarek levhaya yer verenler, sanki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rûhaniyyetlerini misafir ettiklerine inanmaktadırlar.     Bu hususlar, Hâkanî Mehmed Bey’in meşhur Hilye-i Hâkanî’sinde (Hilye-i Hâkânî, 06 Mil Yz.A 1127/2, v.5b.) manzum olarak şu şekilde ifade edilmiştir: Bu hadîs içre budur kavl-i ehem Ya‘ni Allâhu Te‘âlâ a‘lem Nice pâkîze sühandan sonra Fahr-ı ‘âlem didi benden sonra Hilye-i pâkimi kim görse benim Ola görmüş gibi vech-i hasenim Gördügince müteşevvik olsa Hâsılı hüsnüme ‘âşık olsa Ârzû itse yüzüm görmege ol Kalbine neş’e-i Hak itse hulûl Âteş-i dûzâh olur ana harâm Eyler ikrâm ile firdevse hırâm Fitne-i kabrden ol merd-i Hudâ Yevm-i mîzâna dek emn üzre ola Dahi haşr itmeye ‘uryân anı Hak Ola gufrânına Hakk’ın mülhak Anı hırz eyleye bir ehl-i sefer Zarar irmez ana dir peygamber Bu rivâyât-ı kesîrü’l-berekât Böyle nakl oldı ‘Alî’den bi’z-zât Didi kim hilyeni şâd olsa görüp Hırz-ı cân eylese anı götürüp Âhirü’l-emr olıcak rûz-ı kıyâm Cismine nâr-ı cahîm ola harâm Ol kişi çekmeye bi’l-cümle ‘azâb Ne bu dünyâda ne ‘ukbâda ‘ukâb Lâyık-ı devlet-i dîdârım ola Dahi şâyeste-i envârım ola   2. Edebiyatta Hilye ve Şemâil Geleneği Ashab-ı Kiram tarafından Hz. Peygamber’in şemâiline dair yapılmış tespit ve müşahedeleri bir araya toplayan ilk müstakil eser, İmam Tirmizî (ö. 892 M.)’nin “eş-Şemailü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâilü’l-Mustafaviyye” adlı eseridir. Bu eser, Osmanlı edebiyatında hilyeciliğin temel kaynağını teşkil eder. Osmanlı edebiyatında Hâkanî Mehmed Bey (ö. 1606)’in yazdığı 716 beyitlik Hilye-i Hâkanî mesnevîsi, bu türdeki en önemli eserlerdendir. Mehmed Bey’in bu mesnevîsi Sultan III. Mehmed Han’ın o kadar hoşuna gitmiştir ki, bu te’lifinden dolayı her ne câize istenirse kendisine verileceği beyan edilmiştir (Pala, 1997: 80-81). Beyhakî’nin “Delâilü’n-Nübüvve” ve Cemaleddin Hafız Abdurrahman’ın “el-Vefâ fî Fedaili’l-Mustafa, Kadı Ebu’l-Fadl Iyaz (ö. 1149 M.)’ın “Kitabü’ş-Şifâ fî Ta’rîfi Hukûkı’l-Mustafâ” adlı eserleri de Arap edebiyatındaki şemâil geleneğini temsil ederler (Subaşı, 1995: 284). Türk edebiyatında birçok hilye yazılmasına rağmen İran edebiyatında şemâil ve hilye türüne hemen hemen hiçbir yerde rastlanamamıştır. Bunu gözönünde bulundurarak bu edebî türün Müslüman Türklere ait bir çeşit millî edebiyat türü olduğu söylenebilir. “Bizde manzum hilye-i Nebevî sahasında ilk eser Şerîfî mahlaslı bir şairimize aittir. İki yüz elli beş beyitlik Risâle-i Rasûl adlı eser Kanûnî Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzâde Bâyezid’e takdim edildiğinden hareketle eserin bu şehzadenin vefat tarihi olan 1562’den önce yazıldığını söylemek mümkündür. Hilye ile şemâil birbirine yakın kavramlar olmakla birlikte, aralarında bazı farklar vardır. Hilyelerin peygamberimiz yanında diğer peygamberler, dört halife ve bazı İslâm büyükleri için de yazılabilmesine mukabil şemâiller yalnızca Peygamberimiz (s.a.v.) için yazılmıştır. (Erdoğan, 2007: 318).  Müzehhip Abdulhamit Yılmaz Tezhip Çalışmaları (Hat Hasan ÇELEBİ) 2.1. Türk Edebiyatındaki Başlıca Hilyeler Türk Edebiyatı, hilye ve şemâil eserleri bakımından oldukça zengindir. Tarihten günümüze en çok bilinen hilyeler şu şekilde sıralanabilir: Risale-i Hilyetü’r-Rasûl, Şerîfî. Hilye-i Hâkanî, Hâkanî Mehmed Bey, 1598-99. Tercüme-i Hilyetü’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm, Bosnalı Mustafa, 1654. Hilyetü’l-Envâr, Süleyman Nahifî, 1689. Hilye, Seyyid Mehmed Efendi. Şerh-i Hilye-i Nebeviyye (Hilye-i Nebeviyye ve Hulefa-i Erba’a), Müstakîmzade Süleyman Sa’düddin Efendi. Hilye, Mevlevi Mehmed Necib Efendi, 1843. Milad-ı Muhammediyye-i Hâkanîyye Hilye-i Fethiyye-i Sultaniyye, Rusçuklu Fethi Ali, 1843. Nazmu’n-Nûr fî Silki’s-Sürûr, Tırhalalı Murad Oğlu Ali (Hızrî). Hilye-i Fahr-i Âlem, Mustafa Fehmi Gerçeker, 1944. (Uzun, 1998: 45-46). Yukarıda zikredilenlerden bazılarının da yer aldığı hilyeleri, mensur ve manzum hilyeler şeklinde tasnif ederek sıralamak mümkündür:   2.1.1. Mensur Hilyeler Hilyetü’ş-Şerîfe ve’n-Na‘tu’s-Seyyime, Abdullah b. Şâkir b. Mustafa Elbistânî Yemlihâ-zâde. Nüzhetü’l-Ahyâr Fî Şerh-i Hilyeti’l-Muhtar, Ahmed b. Receb el-İstanbulî. Hilye-i Şerîfe, Ahmed Şemsî Halvetî. Şerhu Hilyeti’n-Nebî, Akkirmânî Mehmed Efendi. Hilye-i Saâdet, Akkirmânî Muhammed b. Mustafa. Hilye-i Şerîf-i Rasûlullah, Ali Molla. Hilye-i Şe”rîfe, Erzurumî Mehmed Hanefî Efendi Hilye-i Saâdet Tercümesi, Fethî Mehmed Ali Efendi. Hilye-i Nebevî, Halil b. Ali el-Kırımî. Hilye-i Muhammed, Hilmi Efendi. Şerh-i Hilye-i Nebevî, Hulûsî Ârif Eskişehrî. Hilye-i Şerîfe Şerhi, İbn-i Kemal Paşa. Hilye-i Şerîfe-i Cenâb-ı Peygamberi, İsmail Sâdık Kemal b. Muhammed Vecihî Paşa. Hilye-i Şerîfe, Kâdi Şâmi.Mufassal Hilye-i Şerîfe, Mantıkî Mustafa Efendi.         Hilye-i Şerîf Muhammediye, Mehmed Ergüneş, Bergama (matbu’). Hilye-i Nebeviyye ve Hulefâ-i Erbâ‘a, Müstakimzâde Süleyman Sa‘düddin Efendi. Hilye-i Nebevî, Nûrî. Hilyetü’n-Nebî, Şeyh Emir Tarikatçı. Hilye-i Nebeviyye, Şeyhî. Hilye-i Celîle ve Şemâil-i Aliyye, Şeyhü’l-İslâm Hoca Saadettin Efendi. Terceme-i Hilye-i Şerîf, Vahdî İbrahim b. Mustafa. Hilye-i Nebî, Vecdî Ahmed. 2.1.2. Manzum Hilyeler Risâle-i Hilyeti’r-Rasûl, Şerîfî. Hilye-i Sa‘âdet, Hâkânî Mehmed Bey. Gülistân-ı Şemâil, Nesîmî Mehmed Efendi. Hilye-i Rasûlullah, Aziz Mahmud Hüdâyî. Riyâzü’l-Hilye, Mustafa b. Muhammed Nüvâzî. Hilye-i Nebî, Selimî Dede. Hilyetü’l-Envâr, Süleyman Nahîfî. Hilye-i Şerîf, Hayrullah Hayrî Efendi. Hilye-i Hâkimâ, Hâkim Seyyid Mehmed Efendi. Hilye-i Nebî, Ârif Süleyman Bey. Nazîre-i Hâkânî, Mehmed Necip Efendi. Hilye-i Şerîf, Âşık Kadrî. Hilye-i Fahr-i ‘Âlem, Mustafa Fehmi Gerçeker. Tercüme-i Hilyetü’n-Nebî, Bosnalı Mustafa. Milâd-ı Muhamediyye-i Hâkâniyye ve Hilye-i Fethiyye-i Sultaniyye, Ruscuklu Fethi Ali. Nazmu’n-Nûr fi Silki’s-Sürûr, Tırhalalı Murad Oğlu Ali (Hızrî). Hilye-i Şerîfe, Abdülvahab Dursun. Hilye, Hızrî. Hilye-i Manzume-i Rasûlullah, Cenâb-ı Nurî Kastamonu. (Güngör, 2003: 23-25, 91-92). Hz. Muhammed (s.a.v.) için yazılanlar dışındaki hilyeleri ise şu başlıklar altında toplamak mümkündür: Hilye-i Enbiyâ’lar, Hilye-i Çehâr-Yâr’lar, Hilye-i Aşere-i Mübeşşere’ler,  Hilye-i Hasaneynler, Din ve Tarikat Büyükleri Hakkındaki Hilyeler (Hilye-i Bahaüddîn Şâh-ı Nakşbend, Hilye-i Mevlânâ gibi). 3. Hat San’atında Hilye Geleneği Levha halindeki hilye-i şerîfe’nin ilk numûnelerinin 1090/1679-1680 tarihlerinde meşhur hattat Hâfız Osman Efendi (1642?-1698) tarafından yazıldığı genel olarak kabul edilmektedir (Acar 1997: 96; Alparslan, 1999: 70; Dere 2009: 78-80; Derman, 1967: 8-9; Derman, 2011a: 194; Serin, 2008: 127). Bununla birlikte, bir hürmet nişanesi mahiyetinde göğüs cebinde taşınmak için gündelik el yazısı veya nesih hattıyla küçük ebatlı olarak yazılan hilye metninin en eski örneği Derman’ın tespitine göre Şeyh Hamdullah’da (1429-1520) mevcuttur. (Derman, 2011b: 23) Klasik hilye levhaları, başmakam (Besmele), göbek (hilye metni), çehar yâr (Dört Halife), hilâl, âyet, etek (hilye metninin devamı) bölümlerinden mürekkeptir. Hilye metninin ilk kısmının yer aldığı göbek, Güneş’e benzetilir. Onu kuşatan hilâl formu, Hicret-i Nebeviyye’nin sembolü olan ve İslâm takviminde esas alınan Ay’ı temsil eder. öbekteki güneş ve ay motifinin dörtbir yanındaki Hulefâ-i Râşidîn isimleri ise “ashabım yıldızlar gibidirler. Hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” meâlindeki hadîs-i şerîfe telmihte bulunur (Derman, 1998: 47).   Hat- Ahmet Zeki Yavaş - Tezhib- Gül Hilal Türkoğlu Âyet kısmında ise genellikle “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” meâlindeki “Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” (Enbiya, 21/107) âyeti veya “Muhakkak Sen yüce bir ahlâk üzeresin” meâlindeki “Ve inneke le’alâ hulukın azîm” (Kalem 68/4) âyeti; bazan da “Muhakkak ki Biz seni şahit, müjdeleyen ve uyarıcı olarak gönderdik” meâlindeki  “İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiren ve nezîrâ” (Fetih 48/8) âyeti yazılır. Bu ibarelerin dışında, “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın eğer, kâinatı yaratmazdım” meâlindeki “Levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk” kutsî hadîsi veya Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili muhtelif âyet-i kerimelerin yazıldığı hilyeler de mevcuttur. Sahabe-i kirâmdan Hz. Ali, Hz. Aişe, Enes b. Malik, Ebû Hureyre, Abdullah b.  Abbas, Abdullah b. Ömer, Hasan b. Ali, Hind b. Ebî Hâle, Berâ b. Âzib, Câbir b. Semüre, Câbir b. Abdullah, Sa’îd b. İyâs el-Cüreyrî (r. anhüm) gibi isimlerden Efendimiz (s.a.v.)’in şemâiline dâir rivâyetler ulaşmıştır. Bunlar arasında, hilye-i saâdet levhalarında en çok tercih edilenlerden biri aşağıdaki Hz. Ali rivâyetidir: Hz. Ali (r.a.), Hz. Peygamber’i (s.a.v.) vasfettiği zaman şöyle buyurdu: ‘Hz. Peygamber’in boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne de düz uzun saçlıydı; saçı, kıvırcıkla düz arası idi. Değirmi yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında, bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında ‘nübüvvet mührü’ vardı. Bu, onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler; fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, onu her şeyden çok severlerdi. Onun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: ‘Ben, gerek ondan ve gerekse ondan sonra, Rasûlullah (s.a.v.) gibi birisini görmedim’ demek sûretiyle onu tanıtmak hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. Hz. Hasan(r.a.)’nın Hind b. Ebî Hale (r.a.)’dan rivâyet ettiği hilye metni ise şöyledir: Rasûlullah Efendimiz, yaratılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki ayaın parlaklığı gibi nûr saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan ise kısa olup başı büyükçe idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi. Şâyet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar; değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz’in rengi ezheru’l-levn yani nûrani beyaz idi. Alnı açıktı.kaşları hilal gibi gür ve birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki öfkeli hallerinde kabarır; normal zamanlarında ise gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup üstü ince idi. Mübarek burnunun üstünde onu yüksek gösteren bir nur vardı ki dikkatlice bakmayan kimselere, Peygamberimizi kartal burunlu zannederlerdi. Sakal-ı şerîfleri sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saadetli ağızları geniş, ön dişlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan kıllar vardı. Gerdanı saf mermerden traş edilen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya sahipti. Ne şişman ne de çok zayıftı. Karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik mafsalları kalınca, vücudunun açık yerleri gâyet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını birleştiren kıllar ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar dışında meme ve karın bölgesinde kıl yoktu. Kolları, omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca (veya kalınca) idi. Ayaklarının altı çukur idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü. Öyle ki üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını, ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yer sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sükunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arz ederlerdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında bütün vücutları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken onları öne geçirir; kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere onlardan önce hemen selam verirlerdi (Yardım, 2011: 75-76). Cabir b. Semüre (r.a.)’dan gelen bir rivâyette Hz. Muhammed (s.a.v.) tavsif edilirken, mehtaplı bir gecede Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i kırmızı renkli elbisesi ile gördüm de mukayese için bir O’na baktım bir de aya. Vallahi bence O aydan daha güzeldi (Yardım: 76) şeklinde anlatılmıştır. İbn-i Abbas (r.a.)’dan gelen bir rivâyette de Rasûlullah’ın ön dişleri hafifçe seyrek olduğundan, konuşurken ön dişleri arasından nur dökülüyor gibi görünürdü (Yardım, 2011: 78) tasviri yer almıştır. Kısas-ı Enbiyâ isimli eserinde Ahmet Cevdet Paşa, klasik hilye metinlerinden yararlanarak muhtasar bir metin oluşturmuş ve bu ibarenin, Hattat Filibeli Bakkal Ârif Efendi tarafından Osmanlı Türkçesi ile ve nesih hattıyla yazıldığı bir hilye-i saâdet levhası birkaç kez bastırılmıştır. Aşağıda, sözkonusu hilye metni yer almaktadır: Rasûl-i Müctebâ Muhammedüni’l- Mustafa (s.a.v.) yaratılış ve ahlakça Âdemoğulları cinsinin en olgunu idi. Bütün peygamberler noksansız azalı ve güzel yüzlü olup Habib-i  Hüdâ onların en güzeli idi. Tertemiz cismi güzel, hep azası münasip endamı gâyet düzgün, alnı ve göğsü ve avuçları ve iki omuzlarının arası geniş idi. Boynu uzun ve ölçülü ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mübarek karnı göğsüyle beraber olup şişman değil idi. Ve ayaklarının altı çukur olup düz değil idi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli idi. Ne zayıf ne semiz, belki ikisi ortası ve sıkı etli idi. Mübarek cildi ipekten yumuşaktı. Gâyet mu’tedil bir tarzda büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, az değirmi çehreli ve ovale yakın yüzlü idi. Şişman yüzlü ve yumru yanaklı değil idi. İki kaşının arası açık ve fakat kaşları birbirine yakın idi. Çatık kaşlı değil idi. Ve iki kaşının arasında bir damar var idi ki öfkelendiğinde kabarıp görünürdü. Kirpikleri uzun, gözleri kara  ve güzel, büyücek idi. Ve gözlerinin akında az kırmızılık var idi. Rengi ezherli idi. Yani ne kireç gibi ak ne de karayağız, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya yakın beyaz ve nurani ve berrak olup mübarek yüzünde nur parlardı. Dişleri inci gibi parlak olup söylerken ön dişlerinden nur saçılır ve gülerken mübarek ağzı bir latif şimşek gibi pırıltılar saçarak açılır idi. Saçları ne kıvırcık ne de pek düz idi. Ve saçlarını uzattığı vakit kulaklarının memelerini aşardı. Sakalı sık ve tam idi, uzun değildi. Ve bir tutamdan fazlasını alırdı. Beka yurduna göç ettiklerinde saçı skalı henüz ağarmaya başlayıp başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl var idi. Cismi temiz, kokusu latif idi. Koku sürünsün sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan ala kokardı. Bir kimse onunla musâfaha etse bütün gün onun hoş kokusunu duyardı. Mübarek eliyle bir çocuğun başını meshetse hoş kokusuyla o çocuk diğer çocuklar arasında bilinirdi. Doğduğu vakit dahi pak ve latif idi. Sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuş idi. Duyuları fevkalade kuvvetli idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görür idi. Ve bütün hareketleri ılımlı idi. Bir yere gittiğinde acele ve sağ ve sola meyletmeyip vakar ile doğru yoluna gider ve fakat sürat ile akıcı bir şekilde yürür idi. Normal yürür gibi görünür fakat yanında gidenler sürat ile yürüdükleri halde geri kalırlar idi. Yüzünde nur ve güzellik, sözünde akıcılık ve letafet, lisanında anlaşılırlık, beyanında fevkalade tesir var idi.  Boş söz söylemeyip her sözü hikmet ve nasihat idi. Ve herkesin akıl ve idrakine göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Kimseye fena söz söylemez; kimseye kötü muamele eylemez ve kimsenin sözünü kesmez idi. Yumuşak huylu ve mütevazı idi. Sert ve kaba değildi. Fakat heybetli ve vakur idi. Gülmesi dahi tebessüm idi. Onu ansızın gören kimseyi heybet kaplardı. Ve onunla tanışan ve sohbet eyleyen kimse O’na cân ü gönülden âşık olurdu. Fazilet ehline derecelerine göre hürmet gösterirdi. Akrabasına dahi pek ziyade ikram eylerdi. Lakin onları kendilerinden faziletli olanların önüne geçirmezdi. Ev halkına ve ashabına güzel muamele ettiği gibi diğer insanlara yumuşak huylulukla ve lütûf ile muamele ederdi. Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert ve keremli, şefkatli ve merhametli, cesur ve hilm sahibiydi. Ahd ve va’dinde sabit, sözünde doğru idi. Güzel ahlakça akıl ve zekaca bütün insanlara üstün ve her türlü medh ve senaya layık idi.  El-hâsıl dış görünüşü güzel, iç alemi mükemmel, misli yaratılmamış bir saadetli ve mübarek vücut idi. Allahümme salli aleyhi ve ‘alâ ‘âlihi ve ashabihî ecmaîn.     Peygamberimiz (s.a.v.)’in fizikî özelliklerinin nazmen anlatıldığı, Hâkanî Mehmed Bey Hilyesi’nden seçilmiş bazı beyitler aşağıda verilmiştir. Bu hilyenin Hâkanî Mehmed Bey hilyesine nazire olarak yazıldığı da ileri sürülmektedir. (Her beytin numarası sonundadır): Besmele’yle idelim bed’-i makâl Sayd ola tâ ki hümâ-yı zî-bâl (1) Nice vasf eyleyeyim evsâfun Hak senün olmuş iken vassâfun (136) İ‘tidâl üzre idi hûb u latîf Reşk-i Tûbâ idi ol kadd-i şerîf (149) İki bâlâ kad arasında meger Olsa idi eger ol fahr-ı beşer (157) Gorinürdi ikisinden bâlâ Vasatü’l-kadd iken ol sidre-nümâ (158) Ne kıvırcık idi gâyet ne dırâz Bu iki vasfdan oldı mümtâz (174) Didiler var idi bir ince tamar Kaşları arasın itmişdi makar (221) Gâh olup ol reg-i mîzâb-ı celâl Cûy-ı hiddetle tolardı fi’l-hâl (222) Zâhir olsa o reg-i pâk-i nebîl Gazab u hiddete olurdı delîl (223) Basmasa ‘âlem-i imkâna kadem Zâhir olmazdı bu sahrâ-yı ‘adem (335) Vâsi‘ü’l-hatve idi meşy-i Rasûl Sık adım atmayup olmazdı ‘acûl (349) İltifât eylesebir şahsa eger Beden-i pâki ile cümle doner (354) Ya‘ni bir şey’e nigâh itse o mâh Cevirüp gerdenin itmezdi nigâh (355) Ketifeyni arasında o şehün Ya‘ni sag cânibe akreb o mehün (376) Var idi mühr-i nübüvvetle hitâm Hâtemü’r-rüsl idi ol fahr-i enâm (377) Once yürür idi ashâb-ı güzîn Gelür ardınca o şâhen-şeh-i dîn (368) Bed’ iderlerdi selâma her gâh Gordigi mü’mine ol nûr-ı İlâh (369) Sadrı şakk olmagın ol fahr-i melek Geldi hakkında “elem neşrah lek” (388) Asdaku’n-nâs idi ol fahr-i cihân Lehce-i pâkine ‘âlem hayrân (390) Câmi‘-i hüsn-i edâ idi fasîh Hüsn-i güftârı belâgatde sarîh (391) Nice haddim ola ta‘rîf itmek Hilye-i pâküni tavsîf itmek (413) Vasf-ı pâkün senün ey nûr-ı cemîl Yine Allâh bilür bi’t-tafsîl (414) Hilye-i pâküne itdikçe nazar Dîde-i şevk ile emlâk u beşer (423) Ola bin kerre tahiyyât u selâm Ravza-i pâküne ey hayr-ı enâm (424) (Erdoğan, 2007: 339-357) Hat san’atında ta’lîk yazı temeşşuku esnasında, mürekkebat safhasına geçildikten sonra Molla Câmi’nin Besmele Kasidesi veya Hilye-i Hâkanî’den seçme beyitler de meşk edilir (Derman, 1998: 50). Klasik hilye-i saadet levhalarının uzun kenarları yaklaşık olarak 40 cm. ile 70 cm. arasında değişmekle birlikte daha büyük eb’adlı hilyelere de rastlamak mümkündür. Büyük eb’adlı hilye yazmayı, her boyda olmak üzere 200 civarında hilye yazmış bulunan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (ö. 1876) başlatmıştır. Hat san’atının köklü gelenekleri arasında bulunan icâzetnamelerin hilye yazmakla da alındığı görülmüştür. Meselâ Sultan II. Mahmud (ö. 1839), Filibeli Bakkal Ârif Efendi (1830?-1909), Hacı Kâmil Akdik (ö. 1941) ve Şeyh Aziz Rıfâî (ö. 1934) sülüs-nesih hattından icazetnameye birer hilye-i Nebeviyye yazarak hak kazanmışlardır (Derman, 2000: 617-625). Mustafa Râkım Efendi (ö. 1758-1826)’nin farklı kompozisyonda bazı hilyeleri, yine Şeyh Aziz Rıfâî’nin hutût-ı mütenevvia ile yazdığı yoğun kompozisyonlu hilyeleri mevcuttur. Belli başlı yazı çeşitlerinin her birinin veya birkaçının kullanıldığı örneklere rastlamanın mümkün olduğu hilyeler genellikle muhakkak ve sülüs-nesih veyahut ta’lîk hattıyla kaleme alınmıştır. Tamamı kûfî hattıyla yazılmış nadir hilyelerden biri Derviş İbrahim Kadirî’ye âittir. Hacı Nuri Korman (1868-1951) ve Bakkal Ârif Efendi, metin kısmında nesih yerine sülüs hattı kullanarak hilyeler yazmışlardır. Ta’lîk hilyenin ilk denemesine Hafız Osman devrinden hemen sonra rastlanmakla birlikte, san’at vasfı kazanmış talik hilye Yesârî Mehmed Es’ad Efendi (ö. 1798) ile başlar. Daha sonra oğlu Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi (ö. 1849) de birçok ta’lîk hilye yazmıştır. Ta’lîk hilye yazmakta meşhur son hattatlardan biri de Mehmed Hulûsî Yazgan (ö. 1940)’dır. Hulûsî Efendi, etek kısmı bulunmayan ve göbek kısmı beyzî olan hilyeler de yazmıştır. Aynı zamanda, “vemâ erselnâke” âyeti yerine, Ulu Ârif Çelebi’nin “Mustafâ mâ câe illâ rahmeten li’l-âlemîn” mısraını kullandığı da olmuştur (Derman, 1998: 50). Yahya Hilmi Efendi (1833-1907) ve Kâmil Akdik, o devre kadar yazılmamış hilye metinlerini de denemişlerdir. Yine, M. Şevkî Efendi (1829-1887), Hâmid Aytaç (ö. 1982), muhakkak/sülüs-nesih hatlarıyla ve klasik formda birçok hilye-i saâdet levhası yazmışlardır. Hilyeler, bazı kaynaklarda “göbek formuna göre (dairevî, beyzî)” veya “serbest formlu” gibi bir tasnife tabi’ tutulmuştur (Taşkale, Gündüz, 2006: 61 vd.). Ancak, tarihten günümüze, birbirinden o kadar farklı hilyeler yapılmıştır ki, esasen tam bir sınıflandırma yapmak mümkün gözükmemektedir. Hilye tezhiplerinde ise, geç Osmanlı döneminde barok, rokoko vb. batı akımlarının tesirleriyle karşılaşmak mümkündür. Hat san’atının estetik bakımdan zirvede olduğu bu dönemde yazılmış nice zarif hilye, ne yazık ki nâhoş bir üslûpla tezyin edilmeye çalışılmıştır. 4. Sonuç Hz. Peygamber (s.a.v.)’i tavsif eden, O’nun güzelliklerini anlatan, yüksek seciye ve ahlâkını öven metinlerle gerek edebiyatta gerekse hat san’atında sıkça karşılaşmak mümkündür. Bilhassa Türk san’at ve edebiyat tarihi, bu nevi eserler bakımından oldukça zengindir. Peygamberini iştiyak ve tahassürle hatırlayan her san’atkâr, kendisinden önce ortaya konmuş eserlerden ilham ve kuvvet alarak; fakat yeni bir bakış açısıyla kendi muhabbetini ızhar etmeye çalışmıştır. Bu bir gelenek halini alınca da tarih boyunca na’t kaleme almayan bir şair, hilye yazmayan bir hattat, hilye tezhiplemeyen bir müzehhip nerdeyse hiç çıkmamıştır. Meselâ hattatların çoğu tek bir hilye yazmakla iktifa etmemiş; dâima yeni arayışlar içinde olmuşlardır. Hattâ öyle ki; hilye yazmanın feyiz ve bereketine inanarak birçok hat san’atkarı ömür boyu hilye yazmış; yine de usanmamıştır. Günümüzde, klasik hilye formunun haricinde yeni tasarım arayışları gözlenmektedir. Bu nevi denemelerde, muasır sanat anlayışına muvafık sayılabilecek teknikler ve malzemeler tecrübe edilmekte; klasik is mürekkebinden başka renkler de kullanılmaktadır. Ancak sözkonusu farklı/sıradışı her örneği “modern” olarak tanımlamak doğru değildir. Bu gibi kavramları kullanırken onların san’at dünyasında yaygın kabul görmüş anlamlarını göz ardı etmemeliyiz. Ayrıca, günümüz hattatlarının da, yeni bir tasarım yapmak isterken nispet, âhenk, denge gibi estetiğin vazgeçilmez ilkelerinden taviz vermemeleri gerekmektedir.   K A Y N A K Ç A Şinasi Acar, “Hilyeler” Antik&Dekor, Sayı 42, s. 94-100, 1997 Ali Alparslan, Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul, 1999 Ömer Faruk Dere, Hattat Hâfız Osman Efendi, İstanbul, 2009 M. Uğur Derman, “Hâfız Osman’ın Hat San’atımızdaki Yeri”, Hayat, Sayı 52, İstanbul, s. 8-9, 1967 M. Uğur Derman,  “Hilye” maddesi, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi,  Cilt 18, İstanbul, s. 47-51, 1998 M. Uğur Derman, Hat Sanatında Hilye- Şerîfler, Diyanet, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Özel Sayı, Ankara, s. 617-636, 2000 M. Uğur Derman, Ömrümün Bereketi-I, İstanbul, s. 191-197, 2011 M. Uğur Derman, “Yazı San’atımızda Hilye-i Saâdet”, İlgi, Aralık, Sayı 28, s. 32-39, 1979 M. Uğur Derman, “Hat Sanatımızda Hilye-i Nebevî’nin Doğuşu”, Hilye-i Şerîfe, İstanbul, s. 23-29, 2011 M. Uğur Derman, F. Çiçek Derman, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi Hilyesi, İstanbul 2011 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, 1997 Mehtap Erdoğan, “Hâkanî Mehmed Bey’in Manzum Hilyesi”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/1, 317-357, 2007 Zülfikar  Güngör, “Türk Edebiyatında Hilye-i Nebevî Türünün Doğuşu, Gelişimi ve Sebepleri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl 4, Sayı 10, Ocak-Haziran, 2003 Hâkanî Mehmed Bey,  Hilye-i Hâkânî, 06 Mil. Yz. A 1127/2, v. 5b. Mehmet Çebi Koleksiyonundan Hilye-i Şerif ve Tesbihler, İstanbul 2011. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Cilt I, İstanbul, 1993 İskender Pala, “Hilye-i Saâdet’in Câizesi”, Türk Edebiyatı, Sayı 279, Ocak, s. 78-81, 1997 Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul, 2008 M. Hüsrev Subaşı, “Edebiyat ve Hatt Sanatımızda Hilye Geleneği”, IX. Milletlerarası Türk Sanatı Kongresi, Bildiriler, Cilt III, Ankara, s. 283-285, 1995 Subaşı: “Türk Sanatında Hilyeler”, Türk Sanatında Hilyeler, İstanbul, s. 9-15, 2010 Şemseddin Sami, Kamûs-i Türkî, İstanbul 1310. Faruk Taşkale, Hüseyin Gündüz, Hilye-i Şerife - Hz. Muhammed’in Özellikleri, İstanbul, 2006 Mustafa Uzun, “Hilye” maddesi, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi,  Cilt 18, İstanbul, s. 44-47, 1998 Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, İstanbul, 2011

detaylı bilgi
KLASİK SANATLARIN VAROLUŞ SERÜVENİ

KLASİK SANATLARIN VAROLUŞ SERÜVENİ

 Ahmet Zeki Yavaş Atalarımız, Orta Asya’da yaşam şartlarının zorlaşmasıyla göç etmeye başlamış, Anadolu’ya ulaşana kadar birçok medeniyetle birlikte yaşamışlardır. Bu medeniyetlerin din, kültür ve sanat yaşamlarından  elde edilen birikimler, zeka, kabiliyet ve yetenekle, zaten var olan birçok sanatımızla beraber yorumlanıp geliştirilerek, zengin Türk kültürü ve sanatı dünyaya sunulmuştur. Dolayısıyla dünya sanat çevreleri tarafından bakıldığı zaman Anadolu, hat, tezhip, ebru, minyatür, cilt, çini, katı’, naht, kalemişi, edirnekarî, kakma ve kündekarî sanatlarının yegâne merkezi olarak görülür. Medeniyetler, sanat alanında kalıcı eserler ortaya koyabildiği zaman gerçek anlamda var olur. Eski medeniyetlerde sanat, güç ve zenginlik göstergesi olduğundan son derece önemsenmiştir. Batıda resim ve heykel olarak boy gösteren sanat, Anadolu’da sağlam, köklü ve gelenekli temelleriyle klasik sanatlar olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu anlamda uluslararası arenada kabul gören ve estetik değere haiz olan sanat hazinemize sahip çıkmamız, medeniyetimizin en önemli yaşam kriteri olmalıdır. Avrupalı ressam Picasso, bir hat levhasının karşısında şaşkınlığını gizlemeyip “İşte resim bu, bizim resim sanatında gelmek istediğimiz noktaya, hat sanatı yüzyıllar önce gelmiş.” diyerek bizim sanatlarımızın gerçek seviyesini ve kalitesini ifade etmiştir. Sanatlarımız genel itibariyle hüsn-i hat etrafında toplandıklarından, başta hat sanatı olmak üzere klasik sanatlarımızın sanat oluş serüveni şöyle anlatılabilir: Ana yurdumuz Orta Asya’da var olan birçok sanatımız, Anadolu’ya ulaşana kadar farklı kültür ve medeniyetlerin sanatlarıyla etkileşimde bulunarak tekâmülünü sürdürmüş, çeşitli inanç sistemlerine dayalı formların eklenmesiyle gelişerek farklı boyutlar kazanmıştır. Sanatlarımız, mimarîde de etkisini göstermiş, ibâdethâne, saray, köşk, han, hamam, köprü, çeşme gibi farklı mekânları daha güzel göstermek amacıyla çiniye uygulanmış, duvarlarda kalemişi, ahşap kesimde naht olmuş, ahşap süslenerek kündekâri, sedef kakma, edirnekâri hâline gelmiş ve sanat yolundaki serüven devam ederek sağlam temelleriyle, klasik sanatlar envanterini meydana getirmiştir.   Miladî 751 yılında, Karahanlılar döneminde İslâmiyet’i kabul eden Türklerin kültür ve sanat zenginliği, sevgili Peygamberimiz (sav)’in getirdiği İslâm kültürü ile buluşmuş, böylece Türk sanatları farklı ve çok özel bir mecraya girmiştir. Peygamber Efendimiz (sav)’in yazı sanatını teşvik etmesi ile hattatların efendisi Hz. Ali (ra) yazı sanatını geliştirmiş, kufî hattını îcat etmek suretiyle ilk hattat olarak hat sanatı literatürüne girmiştir. İslâm’ın estetik anlayışının “çirkini güzel, güzeli daha güzel yapmak” düsturundan hareketle, daha güzel yazma gayreti içine girilmiş, sanatların estetik ölçüleri oturmaya ve farklı ekoller oluşmaya başlamıştır. Bu anlayışla, Türklerin sanat zevki ve bilgileriyle gelişmelerine devam eden hüsn-i hat, 1298 yılında Amasya’da doğduğu bilinen ve Türk olan Yakut el Musta’simî’nin, hat sanatında kullandığımız kalemin ucunu sola eğimli kesmesiyle, estetik bir boyut kazanmaya başlamıştır. Bu vesile ile de ilk defa kendisi için “hattat” tabiri kullanılmıştır. Hüsn-i hat sanatı ruhanî bir hendesedir. Estetik  kıvrımlardan oluşan harflerin, ancak hassas ve uzun çalışmalar neticesinde elde edilebilecek ölçülerle oluşturulması sebebiyle, cismanî aletlerle meydana getirilen bir mühendislik harikasıdır.   Hat sanatı özellikle Anadolu’da geliştirilmiş, yazı kenarlarına tezhip, minyatür, katı’ uygulamaları yapılmış, yan kâğıtları ebruyla kaplı muhteşem ciltler meydana getirilerek, kitap sanatları oluşmaya başlamıştır. Bu dönem itibariyle yazıların etrafında süsleme unsurları geliştirilerek tezhip ve katı’ sanatı oluşmaya başlamıştır. 1426 yılında II. Beyazıt’a da hocalık yapan ve yine Amasya’da yaşamış olan Şeyh Hamdullah, Sultan Beyazıt’ın padişah oluşu ile İstanbul’a yerleşmiş ve sultanın teşvikiyle belirli zamanlarda İstanbul’da Anadolu yakası  civarında inzivaya çekilerek Hızır (as)’ın yardımıyla noktalama usulü ve belirli kurallar çerçevesinde ölçü ve nizam geliştirerek, harflere estetik ve sanat değeri kazandırmıştır. Hat sanatı bu tarihten itibaren kendisi de bir hattat olan II. Beyazıt’ın öncülüğünde saray tarafından özenle desteklenmiş, yine saray içinde kurulan ve saraya sanat eseri üreten Ehl-i Hiref Teşkilatı ile 16. yy’da klasik sanatlarımızın birçoğu zirveye ulaşmıştır. Çini, kalemişi, edirnekari, kündekari ve kakma gibi sanatlarımız ise iç ve dış mekan tezyininde kullanılmaktadır. 18. yy’da yaşamış olan Mustafa Râkım Efendi’nin hüsn-i hat sanatına getirdiği yeniliklerin yanında, 19. yy’da yaşamış olan Sâmi Efendi ve Mehmet Şevki Efendi gibi kıymetli hattatlarımız da hüsn-i hat sanatımızın estetik boyut kazanmasında rol oynamıştır. 16 yy itibariyle kitap sanatlarının dışına çıkmaya, mekan süsleme ve levhalarda sunulmaya başlanan hat, tezhib, ebru, minyatür, katı’, cilt, çini, naht, kakma ve kalemişi gibi klasik sanatlarımız günümüzde artık levha sanatları olarak muhtelif mekanların duvarlarını süslemektedir. Sanatlarımız uygulanırken gelişen teknolojiden faydalanılmasına rağmen farklı etki ve akımlardan etkilenmeden,  klasik olma özelliğini muhâfaza ederek, İstanbul merkezli “Klasik  Sanatlar” adıyla  Anadolu coğrafyasının sahip olduğu sanatlar olarak bilinmektedir.

detaylı bilgi
Tezhibin Çiçeklerini Tabiatta Buldu

Tezhibin Çiçeklerini Tabiatta Buldu

Hattat Ahmet Zeki Yavaş tezhip sanatında çizilen çiçeklerin asıllarını merak edince fotoğraf makinasıyla yola çıktı. Merakı tutkuya dönüşen Yavaş, Türkiye’nin tüm çiçeklerini fotoğraflamaya başladı. 14 yılda 12 bin çeşitten 8800 tanesini fotoğraflayan Yavaş, bu esnada 24 tane de yeni çeşit tespit etti. Hedefi 5 yıl içinde ülkenin tüm florasını çekmek. Elinde fotoğraf makinası ile yaz kış demeden, dağ taş gezen bir adamın öyküsünü anlatacağım bugün. Kaçkarların, Torosların doruklarında, yaylalarda, bir çiçeğin peşinde bir yılda yaklaşık 140 bin kilometre yol yaparak adeta tutkunun hikayesini yazan Ahmet Zeki Yavaş’ın öyküsü. Biz onu ünlü bir hattat ve İstanbul Klasik Sanatlar Merkezinin Yönetim Kurulu Başkanı ve Klasik Sanatlar Vakfının Başkanı olarak tanıyoruz. Aslında fotoğraf merakı, hat sanatına olan merakıyla hemen hemen aynı zamanda başlıyor. Küçük yaşlarda. Sonrasında her ikisini de birlikte ilerletiyor. Hat sanatında tanınan bilinen bir isim oluyor. Fotoğraf sanatında ise daha özel bir alana yöneliyor; Türkiye’nin çiçekleri. 14 yıldır Türkiye’yi adım adım gezerek Türkiye’nin çiçeklerini çekiyor Ahmet Zeki Yavaş.   KÜÇÜK YAŞTA FOTOĞRAFLA TANIŞTI Hikayeye en baştan başlayalım. Ahmet Zeki Yavaş’ın abisi Hat sanatına ilgi duyuyor, Suudi Arabistan’da, Medine-i Münevvere’de üniversitede ve Mustafa Necati Hoca’dan ders alıyor. Abisinin bu ilgisi Ahmet Zeki Yavaş’ı da hat sanatına yönlendiriyor. Öyle ki 11 yaşında ders almak için Rize’den İstanbul’a doğru yola düşüyor. Rize’den başladığı otobüs yolculuğunda kucağında bir de kutu var. Babasının hediyesi. Ama tembihli. İstanbul’a gidince açacak. Çünkü babası meraklı yapısını biliyor. İstanbul’a vardığında açtığı kutunun içinden üstten bakmalı bir fotoğraf makinası ve 4- 5 tane 36’lık poz çıkıyor, bir de not: "Oğlum bir fotoğrafçıya git. Nasıl kullanıldığını öğren. Sonra çek." Yavaş’ın 1977’de başlayan İstanbul serüveni Hamit Aytaç’tan, Osman Özçay’dan aldığı Hüsn-i hat dersleriyle sürüyor. 1997’de ilk sergisini açan Yavaş bugün hat sanatı alanında bilinen bir isim. Klasik sanatlarla ilgili de başta eğitim olmak üzere sergi, seminer, yayın ve konferans faaliyetleri yapıyor. ALLAH EN GÜZELİNİ YARATIR Yavaş’ın çiçeklerin peşine düşmesi ise tezhip sanatında kullanılan çiçeklerin asıllarına duyduğu merak ile başlıyor. Topkapı Sarayı, Türk İslam Müzesi, Süleymaniye Kütüphanesi’nde klasik sanatlara dair incelemeler yaparken bir yandan da fotoğraflarını çekiyor. Burada klasik sanatlarda özellikle tezhipte kullanılan çiçekler ilgisini çekiyor. Bu çiçeklerin asıllarını bulmak gibi bir merak doğuyor içinde. Ahmet Zeki Yavaş bu tutkusunun doğuşunu şöyle anlatıyor: “Klasik sanatlarda, özellikle tezhipte uyguladığınız bir motif, deseni aslında tabiattan alınan bir çiçek veya bir hayvanın sitilize edilmiş fotoğrafıdır. Cenab-ı Hak Kur’an’da ‘Yarattığı her şeyi en güzel şekilde yarattı’ buyuruyor. Dolayısıyla bu en güzel yaratılan varlıklar, İslam sanatlarında birebir uygulanmaz. Tezhip sanatında kullanılan bu çiçekler, stilize edilerek kullanılır, yani Allah’ın yarattığı şekilde değil, sitlize edilerek, bozarak kullanılır. Bu stilize edilmiş çiçeklerin asıllarına dair bir merak sardı içimi. Makinamı alıp çekmeye başladım.”  TEZHİP ÇİÇEKLERİ YOLA DÜŞÜRDÜ Yavaş, nilüfer, mine, lale, karanfil, sümbül, papatya başta olmak üzere tezhip desenlerinde kullanılan pek çok çiçek olduğunu ifade ediyor. Klasik sanatlarda kullanılan çiçekler olarak Bugüne kadar 120 kadar çiçek tespit etmiş. Yavaş tezhip sanatının Orta Asya’dan bugüne geldiğini dolayısıyla o coğrafyadan buraya gelinceye kadar bu sanatlarda, binlerce çiçeğin çizildiğini ifade ediyor. Ancak Ahmet Zeki Yavaş’ın bu merağı, sadece tezhipte kullanılan çiçekler değil, tüm Türkiye’deki çiçeklere doğru ilerliyor. Amatör olarak başlayan çalışma, Yavaş’ın aldığı fotoğrafçılık eğitimleri ve çok sayıda fotoğraf inceleyerek kendini eğitmesiyle profesyonelliğe doğru gidiyor. 1996 yılında DSLR denilen makineler çıkınca Yavaş makinayı eline alıp yola çıkıyor. Deneme yanılma yoluyla bir teknik geliştiriyor. Çiçeğin arka planını flulaştırarak çekmeye başlıyor. Çekimleri çok beğenilince Türkiye’nin 12 bin çeşit çiçeğini çekmek için çıkıyor yola.  Günde 10 saat yürüyor Yavaş, önce İstanbul’da çekimler yapıyor. İstanbul’da 7-8 tane endemik (sadece o bölgede yetişen) çiçek olduğunu söylüyor. Türkiye’nin her yerini deyim yerindeyse karış karış geziyor. Toroslar, Aladağlar, Kaçkarlar, Erciyes dağları… Önce gideceği yeri haritadan araştırıyor. Sonra bölgedeki üniversitelerin konuyla ilgili hocalarına ulaşıyor. Gittiğinde bu hocalarla toplantılar yapıyor. Gittiği yerde de yöre insanına da danışıyor. Yavaş “Antalya’da bir şakayık vardır. Hakkari’de ters lale vardır... vesair vesair.... Bunların dışında tamamen hocaların akademik bilgileri doğrultusunda çalışıyorum. Asıl iş arazi taraması” diyor. “Sabah 6’da çıkıyorsunuz. Arabanın gittiği yere kadar gidiyorsunuz. Oradan itibaren ekipmanla yürüyerek, 3 saat, 5 saat, hatta 10 saate varan taramalarla bu çiçekleri çekiyorsunuz. Bunu da sadece eşimle beraber yapabiliyorum. Diğer insanlar dayanamıyor, katlanamıyor. Bir zevk, merak olmadığından dolayı zor geliyor” diyen Yavaş yılda 140 bin kilometre yol yapıyor. Yazları haftanın 3 günü kesin çekimde. Bu bazen 1 haftaya bazen de 20 güne kadar uzayabiliyor. Kalan zamanlarında hat çalışıyor. Kış aylarında yetişen çiçekler için kışları da çekime çıkıyor. Zaman zaman gece ormanda yatıyor. Ağacın üzerine yırtıcı hayvanların ulaşamayacağı yüksekliğe hamağını bağlıyor. Uyku tulumuna girip uyuyor.  Beyaz Zambak 3 yıl uğraştırdı Ahmet Zeki Yavaş’ı en zorlayan çiçek Beyaz Zambak olmuş. Tam üç yıl aradığını söylüyor yavaş. Bulma hikayesi ise gülümsetiyor. Yavaş’tan dinleyelim: “Kaçkarlarda beyaz zambağı 3 yıl aradım. Bir gün bir yayla evinin hemen kapısındaki çeşmede abdest alıyordum. Başımı mest ettiğim esnada hemen yanımda bir bitki olduğunu fark ettim. Bir baktım beyaz zambak... Onu görünce abdest falan kaldı zaten. Arşimet suyun kaldırma kuvvetini bulunca nasıl 'buldum, buldum' diye fırladıysa ben de o şekilde abdesti yarım bırakıp aşağı doğru fırlayıp bir kaç tur atıp geldim. Yayla evindeki yaşlı teyze benim hoplayıp zıpladığımı görünce eşime ‘Ya bu niye atlattı’ diye sormuş. Eşim de o heyecanımı hep örnek verir. Benim tutkumu görünce destek veriyor o da bana.” Başka zor bir çiçek de Hakkari lalesi. Yavaş onu da şöyle anlatıyor: “2004 - 2005 yıllarında Hakkari’ye gittim. Benim Hakkari lalesini çekmem lazım. Fakat askerler bırakmıyor. dağlar güvenli değil. Komutana gittim. ‘Komutanım ben çiçek çekeceğim. Bu işi yapıyorum’ dedim. Bir askeri çağırdı. ‘Alın bunu, bir yemek yedirin. Şehrin 40 km dışına kadar da eşlik edin. Oradan dönsün gitsin’ dedi. Bana da ‘Böyle bir şey olmaz. Ben senin güvenliğini nasıl sağlayacağım. Başımıza iş açma’ diye kızdı haklı olarak. ‘Komutanım çekmem lazım’ dediysem de kar etmedi. Beni şehrin 40 km. ötesine götürüp bıraktılar. Biraz daha gittim ama nasıl gittiğimi bilmiyorum. Oradan geri döndüm tekrar Hakkari’ye. Tabi geri dönerken askeri aracın da gidip gitmediğini kolluyorum. Bir benzinciye ‘Hakkari’de kimin sözü geçer’ diye sordum. Falanca deyip adresini verdiler. Gittim ‘Selamün Aleyküm. Ben askeriyeye gittim bana böyle söylediler. Bu çiçeği benim çekmem lazım. Bana yardımcı olun’ dedim. Adam 2 dakika boyunca hiç konuşmadan bana baktı, baktı. Dedi ki ‘Sen delisin?’ ‘Evet deliyim’ dedim. ‘Tamam şimdi oldu’ dedi. Boş bir evi varmış. Onu bana verdi. Gece kaldım. Sabah namazında geldi. Cemaatle namaz kıldık. Aldı beni 4 saat yol gittik. Bir köyde laleyi çektik geri geldik. Bu sevgi bu aşk muhabbet olmasa zaten bu işi yapamazsınız.”  Ülkemizin çiçeklerini çalıyorlar Ahmet Zeki Yavaş’ın maceraları bu kadarla da sınırlı değil. Ülkemizin çiçeklerini korumaya çalışırken birçok defa karakola düşmüş. Ahmet Zeki Yavaş, yabancı ülkelerden insanların gelip çiçeklerin asıllarını alıp kendi ülkelerinde yetiştirdiklerini, ülkemizde olan asıllarını ise yok ettiklerini ifade ediyor. Her yıl çok sayıda konunun uzmanı biyoloğun turistik amaçla geldim deyip dağlarda araştırmalar yaptıklarını, soğanlı bitkiler başta olmak üzere bitkileri alıp ülkelerine götürdüklerini anlatıyor. Yavaş’ın başından geçen bir olay şöyle cereyan etmiş: “Kaçkarlarda dolaşırken önce bazı kişilerin izlerini gördüm. Ezilerek naylon torbaya konmuş ve taşların altına saklanmış çiçeklere rastladım. Bir bitkiyi tamamen yok etmek için onu çürütmeniz lazım. Hatta çürümüş çiçeklerden veya tohumlardan yeni bitki çıkabiliyor. Siz onu belirli bir süre havasız yerde hapsedeceksiniz ki yok olsun. Bunun yöntemi kalın bir naylona hapsederek taşın altına saklamak. 3 yıl kalırsa tamamen ölür. Bitkiyi ve tohumunu yok etmiş olursunuz. Dolaşırken 7-8 kişilik bir gruba rastladım. Yanlarında birkaç Türk de var. Çevre köylerden yanlarına kılavuz alıyorlar. Onlara ‘Bakın böyle şeylere rastladım. Fotoğraflarını da çektim. Yanlış yapıyorsunuz. Ülkenizi satıyorsunuz dedim. Hadi şimdi kalkıp gidelim. Siz köyünüze dönün. Bunlar da kaybolup gitsin’ dedim. Orada kavga etmeye başladık. Yaralanma falan da söz konusu oldu. Karakola gittik. Bana ‘Turistlere zarar veriyorsun. Turistlere böyle mi davranılır’ dediler. Yaptıklarını anlattım. Turistlerin dağa çıkmasını engelleyemeyiz dediler. O zaman üstlerindeki bilgileri alın dedim ama zaten hemen bilgileri e-maille yolluyorlar. Soğanları, çiçekleri de yöre insanından rehberler vasıtasıyla önce Avrupa’ya yolluyor, oradan kendi ülkelerine alıyorlar.   24 Yeni Endemik Tür Buldu 14 yılda Türkiye’deki 12 bin çeşit çiçeğin 8 bin 800 tanesini çekmiş Ahmet Zeki Yavaş. Bu esnada 24 tane yeni çeşit endemik çiçek tespit etmiş. 7 tanesi bilimsel olarak tescil edilmiş. Diğerleri de yakında tescil ettirilecek. Bu oldukça ciddi bir rakam. Ahmet Zeki Yavaş Türkiye florasının kalan kısmını çekmek için kendisine 5 yıl süre vermiş. Çalışmalar bittiğinde, resmi bir kurum vasıtasıyla, her biri 550 sayfa olacak 41 cilt bir ansiklopedi halinde basılacak. Üniversitelerden hocalar kitabın akademik yönünü yazacak. Kapsamlı bir web sayfası hazırlanacak, prestij kitaplar yapılacak, Fotoğraflar Ahmet Zeki Yavaş’tan.  

detaylı bilgi
BEYİTLER ARASINDA HAT SANATI

BEYİTLER ARASINDA HAT SANATI

Osmanlı şairleri kimi zaman kurguladıkları hayalleri söze dökerken hat sanatı ile ilgili terimleri de kullanarak beyitlerinde çeşitli benzetme ve çağrışımlara yer vermişlerdir. Hat sanatına isim olmuş “hüsn-i hat” tabiriyle birlikte bu sanatın temel malzemelerinden kalem, kâğıt ve mürekkep başta olmak üzere, hokka, kalemtıraş, makta, rîk; yazı çeşitleri ve yine bu sanatla ilgili bazı terimler, uygulamalar vb. beyitler arasına serpiştirilmiş bir biçimde karşımıza çıkar. Bu söz ve terimler şairler tarafından, şiir ve söz söyleme sanatının esasını teşkil edecek şekilde, çoğu zaman hem bu sanata dair anlamını hem de şiir terminolojisinde yer etmiş başka anlamını/anlamlarını birlikte verecek biçimde kullanılmıştır. Matbaanın henüz kullanılmadığı dönemlerde başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere bütün kitaplar elle yazılıp çoğaltılıyordu. Osmanlı şiirinin güçlü kalemlerinden Bâkî, bahar mevsiminin tabiat üzerinde çizdiği renk ve şekilleri âdeta bir hattatın sayfa sayfa sevgilinin güzelliğinin âyetini yazması gibi düşünmüştür. Daha açık bir ifadeyle “bahar hattatı” güzellik âyetlerini varak varak yazmış, bu varakların birleştirilmesiyle âdeta gül mushafı ortaya çıkmıştır. Bu tabloda bülbül de güzellik âyetini gül mushafından ders olarak okuyan biri durumundadır: Yazdı bahâr âyet-i hüsnüñ varak varak Gül mushafından okudı bülbül sebak sebak Şair bir başka beytinde bu kez ilkbaharın bir ay içinde yer yer kırmızı yazıları lâlelerden, hattı çimenden, noktaları şebnemden olan bir Gülistan kitabı yazdığını belirtir. Kelime anlamı itibarıyla gül bahçesi demek olan “gülistân” aynı zamanda Osmanlılarda yaygın biçimde okunan kitaplardan biri olan Sadî’nin Gülistân adlı eseridir. Lâleler, bu kitabın satır aralarına serpiştirilmiş kırmızı mürekkeple yazılan bölüm başlıklarına, çimen yazıya, baharda çokça görülen çiğ taneleri ise noktalara benzetilmiştir. Şairin ustaca kullanımlarından biri olarak karşımıza çıkan “bir ay içre” ibaresi hem baharın ortalığı yeşerttiği bir aylık dönemi hem de bahar hattatının sözünü ettiği kitabını bir ay gibi bir süre içinde tamamladığına işaret etmek içindir:   Bir Gülistân yazdı bir ay içre fasl-ı nev-bahâr Lâle yir yir sürh olupdur sebze hat şeb-nem nukat “Güzel yazı” anlamına gelen “hüsn-i hat” tabiri “hat” kelimesinin “yüzde yeni beliren tüyler” anlamından hareketle şairler tarafından iki anlamını da çağrıştıracak biçimde çokça kullanılır. Zâtî’ye göre sevgilinin yüz güzelliğinin özelliklerini güzel yazıyla yazmak için Hz. Yusuf’un çene çukurunu mürekkep hokkası (= devât) olarak kullanmak yeridir. Anlaşıldığı gibi şair “hüsn-i hat” tabirini güzel yazı anlamında kullanmakla birlikte söz konusu  anlama da bir çağrışımda bulunmayı ihmal etmemiştir. Güzellik timsali olan Hz. Yusuf’un sevgili ile kıyaslanması yaygın bir durum olmakla birlikte sevgili tahayyülünün Hz. Muhammed’e (sav) kadar uzanabilecek bir çağrışım alanı taşıdığını göstermektedir: Hüsn-i hat ile cemâlüñ sıfatın yazmag içün Yûsufuñ çâh-i zenahdânı revâ olsa devât Hat kelimesiyle aynı söz oyununu oynayan Üsküplü İshak Çelebi sözlerine hüsn-i hattın kişinin göz nurunu artırdığı inancını da eklemiştir: Gel giderme hatt-ı ruhsâruñ temâşâ idelüm Gözi nûrın arturur dirler kişinüñ hüsn-i hat Yazı yazmak için kullanılan temel malzemeler kalem, kâğıt ve mürekkeptir. Kamış kalem, boğumlardan oluşan bir yapıya sahip olması bakımından Bâlî Çelebi’nin beytinde olduğu gibi genellikle hizmet için bel bağlamış, kemer kuşanmış bir kişiye benzetilir. Şair, kalemin uzun endamının boğum boğum olmasını sevgilinin hizmetinde kemer kuşanmasına bağlar: Kadd-i bülendi oldugı budur bogun bogun Kuşandı hıdmetüñde bir iki kemer kalem Kalem yapımında kullanılan kamışın içinde bulunan ince liflere “nâl” denilir ve kamışı kalem haline getirme aşamasında bu lifler temizlenir. Mesîhî’ye göre nâller keman kaşlı sevgilinin ok gibi kirpiklerine benzemeseydi, kalem onları sinesi içinde saklamazdı: Ey kaşı kemân oklaruña benzemeyeydi Kılmazdı kalem nâllerin sînede ihfâ Kamış kalemin ucu, açılıp şekil verildikten sonra mürekkebin rahatça akmasını sağlamak için ortadan ikiye yarılır. Bu işleme “şakk-ı kalem” denir. Zâtî’ye göre kalemin dili, şairin sevgilinin şeker dudağının vasıflarını zikr ettiği zaman aldığı lezzetten yarılmıştır: İki şakk oldı zebânı lezzetinden hâmenüñ Tâ ki şekker lâ‘lüñüñ evsâfını zikr eyledüm Bâkî’nin aşağıdaki beytinde ise kalem, ucunun yarık olmasından dolayı Hz. Ali (ra)’nin iki dilli, çatal ağızlı kılıcı zülfikâra benzetilmiştir. Şair kendisini nazım, yani şiir/söz meydanının Hayder-i Kerrâr’ı olarak nitelendirerek kaleminin ucunu (= nevk-i hâme) zülfikâr, şairlik kudretini (= tab’) de Düldül’e benzetir. Bilindiği üzere Hayder-i Kerrâr Hz. Ali (ra) ’nin lakabı, Düldül ise atının ismidir:   Hayder-i Kerrârıyam meydân-i nazmuñ Bâkıyâ Nevk-i hâme Zü’l-fekâr ü tab‘ Düldüldür baña Aşağıdaki beyitte sevgilinin kaşının inceliği karşısında Bâkî “Kudret kâtibi güzellik sayfasında yanağının üstüne kıl kalemle “râ” harfi yazmıştır” diyerek ince yazıları yazmada kullanılan kıl kalemlere işaret etmiştir: Kaşuñ ol râdur ki yazmış anı kudret kâtibi Kıl kalemle safha-i hüsnüñde ruhsâr üstine Eskiden bilhassa yüksek rütbeli ve zengin kimseler tarafından kullanılacak kalemlere zamkla altın varak yapıştırılır ve kalemler bu şekilde altınla kaplanırdı. Beyitlerde geçen “altın kalem”le bu kastedilir. Bâkî’nin aşağıdaki beytinde sabah vaktinin beyazlığı gümüş bir levha, güneşin ışıkları ise altın bir kalem gibi düşünülmüştür: Beyâz-ı subh-dem bir levh-i sîmîn Şu‘â‘-i âfitâb altun kalemdür Kemâl Paşazâde’nin beytinde geçen “rengîn kalem” ibaresi de kamış kalemlerin aynı zamanda boya ile renklendirilmesine işaret ediyor görünmektedir. Şaire göre kalem, sevgilinin saçı sebebiyle öylesine kan ağlamıştır ki elbisesini kan ile renklendirmiştir. Kalemin kan ağlaması kırmızı mürekkepten kinâye olmakla birlikte, kişileştirilen kalemin akıttığı kanlı gözyaşlarının kalemi baştan aşağı kırmızıya boyaması, kalemlerin çeşitli renklere boyanmasını çağrıştırmaktadır. Diğer yandan burada kendi hakikî rengi kızıl olan bazı kamış kalemleri de hatırlamak gerekir. Şair bu rengi, kalemin kan ağlayarak elbisesini boyaması şeklinde hayal etmiş de olabilir: Zülfüñ ucından senüñ şu deñlü kan agladı kim Eylemişdür câmesini kan ile rengîn kalem Renklendirme işlemi hem beyazın gözü rahatsız ediciliğini kırmak hem de hoş bir görüntü oluşturmak için daha ziyade kâğıtlar üzerinde uygulanır. Revânî renkli yapraklarla bezenmiş bahçeyi renkli kâğıtlardan (= evrâk-ı rengîn) oluşan bir mecmuaya benzeterek bahçeyi çevreleyen akarsuyu, suyun renginden ötürü, bu mecmuanın kâğıtlarının etrafına çekilmiş gümüş renkli bir cetvel gibi düşünmüştür:     Bâg bir mecmû‘adur evrâk-ı rengîn ile kim Cedvel-i sîmîndür etrâfındaki âb-i revân Zâtî ise sevgilinin dudaklarını anlatan şirin, hoş, yeni ve renkli bir gazel söylerse kâğıdının şeker renkli ve Semerkandî olması gerektiğini ifade eder. “Tatlı” anlamına gelen “şîrîn” kelimesinin kullanılması, dudağın arka planda şekere benzetildiğinin işaretidir. Bu bağlamda kâğıt çeşidi olarak “şeker-reng”in kullanılması da tesadüfî değildir. Şeker-reng ve Semerkandî’nin eskiden kullanılan meşhur kâğıt çeşitleri olduğu malumdur: Lebi vasfında bir şîrîn ü ter rengîn gazel dirseñ Gerekdür kâgıdı Zâtî şeker-reng ü Semerkandî Kâğıtları süsleyip parlatmak ve hoş bir görüntü oluşmasını sağlamak için zerefşan yapılır. Bâkî, II. Selim için yazdığı kasidesinin bir beytinde üzerindeki rengârenk çiçekleri sebebiyle olma- lı çimeni yeşil parlak bir zerefşanlı kâğıda ben- zeterek bu göz alıcı parlaklıktaki kâğıda padi- şahın methinin yazılmasını uygun görmüştür: Bir yeşil garrâ zer-efşân kâgıd olmışdur çemen Yaraşur yazılsa ger medh-i edîb-i nükte-dân Klasik siyah mürekkep imalinde is kullanılırdı. Bâkî aşağıdaki beytinde kalemi “elif” harfine hokkayı ise “güzel he”ye benzeterek ikisinin birlikte yazıyla “âh” şeklini anımsatmasından hareketle gam harflerine âh şeklinin kalem ve hokka, siyah dumanın ise mürekkep olduğunu söyler. Burada âhın siyah dumanının (= dûd-ı si- yâh) ise benzetilmesiyle mürekkebin ana maddesinin is olmasına gönderme yapılmıştır. Daha açık bir tabirle şair dert ve gamını, çektiği âhlarla âdeta yazarak ifade ettiğini, âh dumanı ve is mürekkebi arasında ilgi kurarak dile getirmiştir: Harf-i gama devât u kalem şekl-i âhdur Aña mürekkeb âhda dûd-ı siyâhdur Azmîzâde Hâletî’nin talihsiz âşıkların sevgiliye mektup yazmak için yanık gönüllerinden çıkan dumanları kafa taslarında mürekkep yapmala- rını söylediği beyti de aynı meseleyi farklı bir hayalle çağrıştırmanın örneğidir: Dil-dâra nâme yazmaga ‘uşşâk-ı nâ-murâd Ser kâsesinde dûd-ı dilin eylesün midâd   Kitaplarda genellikle bölüm başları, başlıklar yahut dikkat çekilmek istenen yazılar için kullanılan kırmızı mürekkep genellikle âşığın gözyaşları ile benzerlik ilişkisi içinde kullanılır. Sehî Bey’in gözyaşlarının macerasını yazmak için gözyaşından kırmızı mürekkep ezerek, sararmış yüzünü safran rengi bir kâğıda benzettiği aşağıdaki beyti buna güzel bir örnektir. “Za’ferân” kelimesinin safran anlamına gelmesinden hareketle “za’ferânî kâgıd” safranla renklendirilmiş kâğıt olmalıdır. “Mâcerâ” kelimesinin aynı zamanda “akan, akıp giden şey” anlamı taşıdığını da burada gözyaşıyla ilişkilendirilmesi bakımından hatırlatmak yerinde olacaktır: Mâ-cerâ-yı eşkümi yazmaga yaşum sürh ezüp Za‘ferânî kâgıd itmişdür Sehî ruhsârını Revânî de bir beytinde mürekkeplere nöbet şekeri katıldığı bilgisini verir. Şair, yazıya benzettiği yüzdeki tüyleri (= hat) şekere benzettiği dudaklarla birlikte âdeta mürekkep içine nöbet şekeri konması gibi hayal ederek bu uygulamaya dikkat çekmiştir: Devr-i hatuñda leblerüñi kim görürse dir Konur mürekkeb içine ‘âdet durur nebât Mürekkep hokkalarının içine konan ham ipeğe “likâ” denir. Başka isimlerle de anılan likâya, Tuhfe-i Vehbî adlı manzum Farsça-Türkçe söz- lükte yer alan bir beyitteki “Peşm-i devât gerçi dimiş likâya ‘Acem” mısraına göre “peşm-i de- vât” da denilmektedir. Şairlerin âdeti olduğu üzere rakibi kötüleyen Mesîhî, esprili bir dille rakibin yüzünün sakalıyla büründüğü siyahlığı likânın mürekkeple karışarak siyah renge dönüşmesine benzetir: Hattı gibi siyâh-durur çihre-i rakîb Âlûde oldı sanki mürekkeb ile likâ Altın varağın Arap zamkı ve bal katılıp ezilerek mürekkep gibi akışkan hale getirilmesine “altın halletme” (= hall-i zer) denir. Ezilmiş altını mü- zehhip ve nakkaşların yanı sıra hattatlar da yazı yazmada kullanırlar. Şeyhülislâm Yahyâ, sabah güneşinin doğuşunu, güneşin lacivert bir kâsede altın ezmesine benzeterek sevgilinin yüz güzelliğini yazmak için altın suyu gerektiğini ifade eder. Yani güneş sevgilinin güzelliğini anlatmak için âdeta her sabah yazı yazmak üzere malzeme hazırlayan bir hattat gibi lacivert bir kâsede altın ezmektedir. Güzelliği methinin altın suyuyla yazılması sevgilinin ne kadar değerli olduğuna işarettir. Güneşin rengiyle altın arasında ilgi kurulmakla birlikte lâcivert kâse ile kastedilenin gökyüzü olduğu açıktır: Bir lâciverdî kâsede her subh mihr altun ezer Vasf-ı cemâlüñ yazmaga cânâ gerekdür hall-i zer Ezilmiş altın en çok ferman ve beratlar üzerin- deki padişah tuğralarında kullanılır. Bâkî, sarışın bir sultandan söz ettiğine bakılırsa muhteme- len Sarı Selim olarak da bilinen II. Selim’e hitap ettiği bir beytinde sarı kaşları, altın suyuyla yazılmış tuğraya benzetmiştir. Şair padişahın yüzü üzerindeki kaşının sarı olmasına şaşılmayacağı- nı belirtirken bu durumu beratlara  genellikle altın tuğra çekilmesiyle ilişkilendirir: Tugrâsı berâtun yazılur ekseri altun Rûyuñda kaşuñ zerd olur ise n’ola şâhâ Kelime anlamı “altınla sıvanmış, altın yaldızlı” olan “zer-endûd”, altınla yazılan yazı ve serp- me altınla yapılan süslemelere denir. Ganîzâde Nâdirî “Sultanım! Yüzümü senin sakalına sür- sem buna şaşılır mı? Padişah fermanlarının al- tınla yazılması münasiptir” derken, kendi sararmış yüzünü altına, sultanın yüzünü ve sakalını fermana ve ferman üzerindeki yazılara benzeterek padişah fermanlarının (= hatt-ı hümâyûn) altınla yazılması yahut fermanlarda bol altın süsleme kullanılması geleneği arasında ilgi kurar: Yüzüm sürsem ‘aceb mi ol hat-ı nev-hîze sultânum Münâsibdür zer-endûd eylemek hatt-ı hümâyûnı Benzeri bir tablo çizen Hüseynî adlı bir şair ise sevgilinin yüz güzelliğini mushafa benzeterek Kur’an yazısı üzerine altın suyu, yani ezilmiş altın saçılmasına işaret eder: Mushaf-i hüsnüñ görüp sürsem yüzümi tañ degül Saçılur altun suyı çün hatt-ı Kur’ân üstine Yazı çeşitlerine gönderme yapan Mostarlı Ziyâî aşağıdaki beytinde sevgiliye hitaben “Senin saçlarının ve dudaklarının özelliklerini divanıma reyhanî hat ve yakûtî hat ile yazmam gerekir.” derken saçlar için reyhânî, dudaklar için yâkûtî yazıyı uygun görmüştür. Bir yazı çeşidi olmasının haricinde güzel kokulu bir bitkinin de adı olan reyhân, rengi ve kokusu bakımından saçla ilişkilendirilmiştir. Diğer yandan “hatt-ı yâkût” ile meşhur ve büyük hattat Yâkût-ı Musta’sımî tarzındaki yazı kastedilmiş olmakla birlikte yakutun dudakla ilgisi kırmızı renkte değerli bir taşın ismi olmasına bağlıdır: Zülfüñ ile leblerüñ evsâfını dîvânuma Hatt-ı reyhân u hat-ı yâkût ile yazsam gerek Farklı bir yazı çeşidinin zikredildiği Bâkî’ye ait şu beyte baktığımızda ise şair göğsünün üzerinde açılmış sıra sıra yara ve çizikleri harf ve kelimelerin birbirine bitiştirilerek yazıldığı bir yazı çeşidi olan “hatt-ı müselsel”e benzetmiştir: Dâglar na‘l ü eliflerle degül peyveste Safha-i sîneye bir hatt-ı müselsel çekdüm Her yazı türünün asıl ölçüsünden daha ince yazılmasına “kırma” yahut Farsçasıyla “şikeste” denir. Rakibe hayli sinirlenmiş bir rolü beniseyen Bâkî, dişlerini kırıp gözüne toprak doldurmak istediği rakip için nükteli bir ifadeyle onun dişlerini kırma yazıyla tasvir edip gözlerinin nüshasının karasını toprakla doldurmak istediğini belirtir. Beyitte göz, yazılı bir nüshaya benzetilmiş, gözbebeği ve karalanmış yazıyı kastetmek üzere “sevâd” kelimesi kullanılmıştır. Burada rakibin gözünü toprakla doldurmak anlamında “pür-gubâr itmek” tabiri yazıya rîk dökmeyi de çağrıştırmak üzere özellikle seçilmiştir: Kırma yazıyla rakîbüñ dişleri vasfın yazup Nüsha-i çeşmi sevâdın pür-gubâr itsem gerek Bahsettiği güzelin ben (= hâl) bulunmayan yü- zünde yeni belirmiş tüyleri kırma yazı çeşidine benzeten Taşlıcalı Yahyâ Bey ise bu duruma şa- şılmayacağını, zîra kırma yazının genellikle noktasız yazıldığını söyler: Levh-i hüsnüñde ne var bî-hâl ise ol tâze hat Ekseriyyâ kırma hat olur nigârâ bî-nukat Demir veya çelikten imal edilmiş eşyalar üze- rine altın çakarak yapılan süslemeye ve yazılan yazılara “zernişân” adı verilir. Bir beytinde bu tabiri kullanan Bâkî, âhının yakıcı şimşeği içinde gönlünün ateşinin kıvılcımlarını, ateşler saçan kılıcın üzerindeki zernişân yazılara benzetmiştir. Beyitte kılıçların üzerine zernişan hatla âyet, beyit, güzel söz vb. yazılmasına işaret edilmektedir: Berk-i âh-ı sûz-nâk içre şirâr-ı nâr-ı dil Zer-nişân hatdur görinür tîg-i âteş-tâbda Üzerinde kalem kesilen alete “makta‘” adı verilir. Yenişehirli Beliğ, o güzellik güneşini sabahleyin matla beytinde vasfetmek üzere kalemin dilini maktada bin kere kestiğini belirterek sevgilinin güzelliğini en mükemmel biçimde yazabilmek için kalemin ucunu düzeltip durduğunu söylemeye çalışır. Kasîde ve gazellerde ilk beyte verilen isim olan “matla” aynı zamanda “doğuş yeri” anlamına gelmesi bakımından beyitte güneş (= âfitâb-i hüsn) ile birlikte zikredilmiştir. Bu arada makta kelimesinin aynı zamanda gazel ve kasîdelerin son beytine verilen isim olması matla ve makta kelimeleri arasında bu yönüyle bir söz oyunu yapıldığını da göstermektedir: Seher vasf itmege ol afitab-i hüsni matla‘da Zebân-i hameyi kat‘eyledüm biñ kerre makta‘da Yazı yazıldıktan sonra mürekkebin dağılmasını önlemek için yazı üzerine “rîk” adı verilen bir çeşit ince kum serpilir. İçine rîk konan üzeri delikli hokkaya ise “rîkdân” adı verilir. Aşağıdaki beyitte görüldüğü üzere Nâbî gökyüzünü bir sayfaya, yıldızları ise Utarid’in rîkdanından dökülen rîk tozlarına benzetmiştir. Eskiden rîk içine altın veya mücevher tozları da eklenir ve böylece mürekkep kuruyunca pırıltılı bir görüntü ortaya çıkması sağlanırdı. Burada yıldızların rîk tozuna benzetilmesi bu uygulamayı çağrıştırmaktadır. Eski astronomi anlayışında Utarid’e feleğin yazıcısı sıfatı verildiği için böyle bir tablo içinde özellikle bu gezegene yer verilmiştir: Sahîfe-i felek üzre nücûma dönmişdür ‘Utâridün dökilen rîki rîkdânından “Mıstar”, yazı yazılacak kâğıtlarda satır düzeni ve ölçüsünü sağlamak için hazırlanmış bir kalıptır. Bir mukavva parçasına aralıklı satırlar biçiminde ipler gerilmesi sûretiyle hazırlanan bu sayfa kalıbı üzerine âherli kâğıtlar konarak elle yahut sert bir cisimle üzerinden geçilip iplerin izinin kâğıda geçmesi sağlanır ve böylece yazı yazılırken satırlarda belli bir ölçü tutturmak mümkün olurdu. Revânî, “Zamane mecmuasında bu şiiri yazmak için kanun ve rebap senin meclisinde mıstar düzenlemiştir” diyerek, kanun ve rebabı sıra sıra dizilmiş telleri nedeniyle üzerine ipler gerilmiş mıstara benzetmiştir. Benzeri konulardaki bazı eserlerin yahut çeşitli konularda yazılmış risalelerin bir araya getirilmesi ile ortaya çıkan “mecmua”, aynı zamanda seçilmiş şiirlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bugünkü antolojiler mahiyetindeki şiir seçkileridir. Şair, zamane mecmuasında bu şiiri yazmak için söz konusu kişinin meclisinde kanun ve rebabın mıstar düzdüğünü söylerken, bu enstrümanların tellerini mıstarın iplerine benzetmekle birlikte tablonun arka planında şiirlerin bestelenerek meclislerde okunmasına da işaret ediyor görünmektedir: Mecmû‘a-i zamânede bu şi‘ri yazmaga Bezmüñde düzdi mıstarı kânûn ile rebâb Hokka ve kalem mahfazasının birleşiminden oluşan bir yazı takımı olan “devât” kâtipler tarafından bele takılırdı. Bunların gümüşten yapılmış olanlarına işaret eden Nâbî, o güzelin belinde gümüş hokkayı gördüğü zaman muhabbet kılıcının âşığın kemiğine dayandığını belirtir: Devât-ı sîmîni gördükde ol şûhun miyânında Yer eyler ‘âşıkun tîg-i mahabbet üstühânında Üsküplü İshak Çelebi, hat ile ilgili “meşk etmek” tabirini kullandığı şu beytinde sevgilinin kaşlarının eşsizliğini belirtmek amacıyla kudret kâtibinin yıl on iki ay meşk ettiği halde onun kaşlarına eşdeğer bir harf daha çekmediğini söyler: Meşk eyledi yıl on iki ay kâtib-i kudret Bir harfi dahi çekmedi kaşına berâber Yazı yazarken kâğıdın altına konan altlığa “zîr-i meşk” denir. Nâilî-i Kadîm, Defterdar Ahmet Paşa’nın övgüsünde yazdığı bir kasîdesinde muhatabını yüceltmek üzere onun uğurlu eline güneşin altın kalem sunduğunu, bu yüzden ay levhasını zîr-i meşk ederse uygun düşeceğini ifade eder: Kef-i ikbâline hûrşîd bir zerrîn kalem sundu Revâdır zîr-i meşk eylerse levh-i mâh-ı tâbânı Yazarken hata yapıldığı takdirde yanlış olan kısmın sayfadan sert bir cisimle, genellikle kalem açmaya yarayan bıçağın ucuyla kazınarak çıkartılmasına “hakk etme” denir. Sehâbî, gönül sayfasından masiva yazısını kazıyarak silenlerin can sayfası üzerine elif (= vahdet harfi) harfini yerleştirdiklerini söylerken buna işaret eder. Burada şair tasavvufî bir söyleyişle gönülde Allah’tan başka ne varsa silinmesi (= mâ-sivâ hattını hakk) durumunda vahdetin orada tecelli edeceğini “elif” sembolüyle dile getirmiştir: Safha-i cân üzre vahdet harfini sebt itdiler Eyleyenler levh-i dilden mâ-sivâ hattını hakk “Keşîde çekmek”, kuyruklu ve uzantılı harflerin kuyruk kısmının süs için özellikle çekilip uzatılmasıdır. Lebîb, kayan yıldızı (= şihâb) hızlı yazan gökyüzü hattatının kıta ortasında (=miyân-ı kıt’ada) ezilmiş altınla keşîde çekmesine benzeterek hoş bir tablo çizmiştir. Beyitte yıldız kayması esnasında gökyüzünde bir ışık çizgisi ortaya çıkması keşîde çekilmesine, bu olayın süratli bir şekilde gerçekleşmesi gökyüzünün hızlı yazan bir hattata benzetilmesine sebep olmuştur: Şihâb añlama hattât-ı çarh-ı tîz-rakam Miyân-ı kıt‘ada zer hall ile keşîde çeker Şairler için her türlü ilim, gündelik hayata dair herhangi bir bilgi, âdet, gelenek, bir meslek veya her türlü sanat dalı ilham kaynağı olabilir. Aslında şairlerin asıl amacı duygularını bu yollarla daha etkili bir biçimde ifade etmek ve her türlü konuya vâkıf olduklarını göstererek söz söylemedeki beceri ve üstün yeteneklerini göstermektir. Diğer bir ifadeyle bütün bu bilgiler, şairler için duygularını dile getirmede ve sanat kabiliyetlerini sergilemede bir araçtır. Bunu yaparken okuyucuya sözün incelikleriyle estetik bir haz vermenin yanında - yazımızda olduğu gibi hat sanatını ele aldığımızda- bu sanata dair günümüze kadar ulaşmış yahut unutulmuş birtakım bilgileri de aktarmaktadırlar. Bu yazıda verdiğimiz örnekler tadımlık olmaktan öteye geçmemektdir. Ancak bütün edebî eserler titizlikle incelenecek olursa daha nice zengin örnekle karşılaşılarak belki başka kaynaklarda bulunamayacak kadar detay fakat birtakım müşkülleri çözmede anahtar niteliği taşıyabilecek önemli bilgilere rastlamak mümkündür. Şüphesiz bu, hat sanatı araştırmalarına katkıda bulunması yanında eskilerin şiirle ortaya koydukları estetik dünyasının ne kadar zengin olduğunu da göstermeye yetecektir.

detaylı bilgi
GÜNÜMÜZDE MİNYATÜR SANATINDA KULLANILAN BOYAMA TEKNİKLERİ

GÜNÜMÜZDE MİNYATÜR SANATINDA KULLANILAN BOYAMA TEKNİKLERİ

Zaliha Erdoğan Peçe Günümüzde hızla gelişen teknoloji ile birlikte sanat malzemeleri çeşitlenmiş,  alternatif yeni malzemeler, çözünürlüğü, yoğunluğu, akışkanlığı, kalıcılığı, kuruma süresi, parlaklığı, kâğıda tutunma ve silinebilme özellikleri birbirinden farklı, ayrı kimyasal tertiplere sahip, yepyeni boya çeşitleri üretilmeye başlanmıştır. Ayrıca kâğıtlar, fırçalar çeşitlenmiş, piyasaya kâğıt ve boya ile olan ilişkisi birbirinden farklı yardımcı medyumlar girmeye başlamıştır. Kimi zaman boya ile karıştırılarak kullanılan bu yardımcı medyumlar, kimi zaman ise direkt kâğıt üzerine uygulanılabilmektedir. Direkt kâğıt üzerine uygulanılan medyumların bir kısmı kâğıdın dokusunu doldurup, zemini çalışmaya elverişli hale getirmek için kullanılırken, bir kısmı ise kâğıt üzerinde yeni dokular oluşturmak için kullanılmaktadır. Mevcut malzemelerde meydana gelen bu değişim, minyatür sanatımızı etkileyerek, bu sanatta geçmişten bu yana görülen klasik boyama tekniklerine yenilerinin eklenmesi ile sonuçlanmıştır. Bugün artık sanatçılarımız karşılaştığı her yeni malzemeyi yeni bir yolun anahtarı olarak görüp, bu farklı malzemelerin birbirleriyle, farklı zeminlerle olan davranışlarını inceleyerek elde ettiği deneyimler neticesinde kendilerine özel yeni teknikler geliştirmektedirler. Bundan dolayıdır ki,  “Günümüzde Minyatür Sanatında Kullanılan Boyama Teknikleri” adı altında açılacak alt başlıklara, her sanatçının bir yenisini ekleyebileceği gerçeğini vurgulamamız gerekmektedir. Günümüzde minyatür yapımında boyar madde olarak çoğunlukla, guaj, akrilik boyalar ile tüp ve taş sulu boyalar tercih edilmektedir. Her boya türü, sahip olduğu özelliğe göre farklı teknikler için kullanılmaya elverişlidir.     Örneğin; akrilik boyalar parlak ve kapatıcı olmaları ve  uygulandıkları zemine yapışmalarından dolayı        sanatçılar tarafından tercih edilmektedirler. Bu boyalar, uygulandıkları zemin üzerinde kuruduklarında,  zemin ile dış yüzey arasında su ile temas halinde  çözünmeyen bir katman oluştururlar. Oluşan bu boya katmanı, üzerinde sulu boya ve guaj ile defaten işlem  yapılabilmesine olanak sağlar. İşte bu özelliği  sebebiyle akrilikler, çoğunlukla zemin boyası olarak tercih edilirler. Sulu boya ve guaj boyalar ise akrilik boyaların aksine parlak değildirler ve uygulandıkları zemin üzerine yapışmayıp, su ile temas halinde çözünerek yüzeyden çıkıverirler. İşte bu yüzden de sulu boya ve guaj, bu malzeme ile boyanmış bir zemin üzerinde ikinci bir boyama işlemi yapılmasını güçleştirir. Zira bu boyalar ile hazırlanmış zemin, üzerine ikinci bir boyama işleminin yapılması esnasında yüzeyden kolayca kalkabilir ve üzerine uygulanan boya ile renkleri birbirine karışabilir. Bu özellikleri sebebiyle sulu boya ve guaj boyalar zemin boyası olarak akrilik boya kadar tercih edilmezler. Ancak sulu boyanın sahip olduğu bu su ile temas halinde çözünerek yüzeyden çıkabilme özelliği, onu bir başka boyama tekniği olan tarama ve noktalama tekniği için daha elverişli bir malzeme yapar. Zira sulu boyanın zemine yapışmaması, su ile inceltilebilmesi tarama ve noktalama uygulamalarında daha yumuşak geçişli bir etki sağlar. Guaj boya ise diğer boyalara nazaran kontör çalışmalarına daha elverişlidir. Zira guaj, akrilik gibi zemine yapışmayıp, su ile temas halinde akrilikle hazırlanmış bir zemin üzerinden kolayca silinebildiğinden, sanatçıya hata yapma şansı tanır. Ayrıca sahip olduğu kapatıcılık özelliği ile şeffaf olan sulu boyaya göre daha koyu ve etkili kontörlerin oluşmasına imkân sağlar. Sahip olduğu bu özelliklerden ötürü guaj, kontör uygulamalarına diğer boyalara nazaran daha elverişlidir. Ancak son zamanlarda piyasaya sürülen yeni nesil pigment yoğunluğu yüksek tüp sulu boyalar, kıvamları ve parlaklıklarıyla kontör çalışmalarında guaj boyadan daha iyi sonuç vermektedirler. Görüldüğü gibi bir boya, sahip olduğu özellikten ötürü kimi teknik için elverişsiz bir malzeme haline gelirken, aynı özellik onu bir diğer teknik için en elverişli malzeme haline getirebilmektedir. Yine de her sanatçı, deneme yanılma yöntemiyle kendisi için hangi teknikte hangi boyanın daha iyi sonuç verdiğine kendi karar vermelidir. Boyaların bu özellikleri göz önüne alınarak zeminde uygulanan boyama teknikleri ile zemin boyamanın ardından uygulanacak boyama teknikleri birbirinden farklıdır, denebilir. Ancak kimi teknikler hem zeminde hem de zemin sonrası boyamada kullanılabilmektedirler. Günümüzde minyatür yapımında kullanılan başlıca boyama teknikleri şunlardır: Akıtma Tekniği Tarama Tekniği Noktalama Tekniği Sulandırma Tekniği Serbest Fırça Tekniği Boyaların Islak İken Birbirleri İçerisinde Dağılması Özelliğinden Faydalanılarak Yapılan Boyama Altın ile Boyama Kontürleme    

detaylı bilgi
Türkiye Gazetesi'nde Sanat Sohbeti

Türkiye Gazetesi'nde Sanat Sohbeti

Bu ne sevgi ah... Bu iş ustasız olmayacaktı. N'apsam İstanbul'a mı gitseydim acaba? Ufacık bir çocuktum  11 yaşındaydım daha... İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi (İKSM) Başkanı Ahmet Zeki Yavaş'ın güçlü bir sanatkâr olduğunda şüphe yok ama sohbeti de tatlı, soluksuz dinletiyor insana. Sözüne "Hat sanatıyla tanıştığımda el kadar çocuktum" diye giriyor ve devam ediyor: "Abim Arabistan'da tahsil yapıyordu, hat sanatına merak salmış bu arada. Yazı takımlarını görünce içim gitti, akça pakça kağıtlar, boy boy kamışlar... Özendim yalanı yok ya. Abim "sen tıfılsın" demedi, hevesimi kırmadı. Kamışları kendine ayırdı, metal uçluları bıraktı bana. Biraz mürekkep biraz da kağıt (çizgiliydiler hiç unutmam), "bol bol yaz" dedi "biter diye korkma!" Duvarlarımızda her Müslüman evi gibi hat eserleri vardı, elbette orijinali değil renkli baskılar. Onlara baka baka bir şeyler yazdım, artık ne kadar oluyorsa. Ailemizin eli yatkındır, dedem çok iyi bir marangozdu mesela, öyle ki kündekâri oyma ve naht işleri yapacak kadar. O yıl imam hatibe başladım, hocalarım "bu işler öyle kendi başına olmaz" dediler, "bir usta lazım sana." Usta mı? Buralarda öyle biri yok ki.  N'apsam? İstanbul'a mı gitsem acaba?   NE VARSA İSTANBUL'DA Yıl 1977, 11 yaşındayım daha. Türkiye'de sağdan say bir, soldan say bir üstad var. "Hattat Hamid Aytaç!" Atladım gittim İstanbul'a. Adresi kolay buldum, o Cağaloğlu'ndaki han odasında. Bir ayn harfini tashih ediyordu, belki yarım saat seyrettim dönüp bakmadı bana. Gideyim bari dedim kalktım. -Nereye evlat? -Rahatsız etmeyeyim, meşgulsünüz.   -Ben elimde iş varken dikkatimi dağıtamam, kusura bakma. Şimdi söyle bakalım nerden geliyorsun? / -Rize'den -Hat mı çalışacaksın? / -Nasip olursa. Tamam o zaman, gel otur yanıma. Başladık. 1977-78-79 yıllarının yaz tatillerinde âdeta demir attım İstanbul'a. Şubat tatillerinde ona kezâ. SABAHLARA KADAR  Takriben 14 ay gittim geldim mübarek hep o koltukta. Hat nasıl bir haz veriyorsa masasından kalkmazdı asla. Normalde dersini alırsın, 5-10 gün içinde yazar getirirsin, alırsın bir ders daha... Ben her gün ders götürüyordum, sabahlara kadar çalışırdım. İçime sinmezse silbaştan yazardım, olmadı bir daha. Hamid Bey Osmanlıyı neslimize bağlayan bir köprüydü. Kaidelerden taviz vermezdi. Dünyalık umurunda bile değildi parayla pulla işi olmazdı. Bazı uyanıklar ara sıra uğrar yazı koparmaya bakarlar. Gelirken kebap filan yaptırır, tatlı alırlar, o da elindekileri veriverir onlara.  Bi ara duydum ki Hamid Bey hastalanmış, atladım geldim, Haydarpaşa Numune Hastanesinde ziyaret ettim son defa. "Gel" dedi, "ölmeden bi icazet vereyim sana, söz ver çalışmayı bırakmayacaksın ama!"  Ondan sonra da çok yaşamadı yürüdü rahmet-i Rahmana. Sözünü dinledim Osman Özçay'la meşk ettik ve çok istifadem oldu ondan da.   RUHİ HENDESE  Hat sanatında her şey ölçüyledir, elifin boyu 7 noktaysa yedi nokta, altı az sekiz fazla.  Hat sanatı cismani aletlerle yapılsa da "ruhi hendese" diyebiliriz ona. Hattat Halim Hoca ile tanışamadım ama o da ayrı bir kabiliyetmiş. Seri-ül kalem derlermiş ona. Uğur Derman Hoca anlatır "sabah baktım 90 santim eninde bir rulo, uzunluğu belki kırk metreden fazla. Halim Hoca başladı yazmaya. Akşam yine uğradım yazı neredeyse tamamlanmak üzereydi, eli kulağında. Biz de kubbe yazıyoruz ama Halim Hoca gibi değil. O zamanlar fotokopi yok, büyütme yok, bilgisayar çıkışı arama. Başlangıçta besmele-i şerif, salavatlar, Allah, Muhammed, Aşere-i mübeşşere, Fatiha suresi, nazar ayeti, hilye-i şerife, dört halife, eshab-ı kehf, Esma-ül hüsna yazarsınız. Derinleştikçe istif yapmaya başlarsınız, farklı farklı kompozisyonlar...­ MÜREKKEBE KARIŞACAKSIN Kİ... İlk renkli mürekkeple yazan hattat ben oldum. Toprak asıllı boyaları mermerde dest-i zenkle ezerdim sabırla. O kadar incelir ki yağ gibi kayar. Eskiler mürekkep fıçısını sürre alayına katılan develerin boynuna bağlarlarmış. Kervan Üsküdar Harem'den başlar taaa Mekke'ye ulaşırmış. Bir de dönüp geldi mi içindeki is ve zamk iyice karışırmış. O mürekkepler hususiymiş elbet, aramakla bulunmazmış. Biz de imalathanelerde işleyen mekanik aksama mürekkep bağlamayı düşündük, kol zaten milyonlarca defa gelip gidiyor. At içine bilyeyi çalkalasın di mi ama. Hüseyin Kutlu Hoca Meram ekspresinin pistonlarına bağlamış, mükemmel bir düşünce ama kopup düşmüş yolda. Hattatlar yazdıklarını asla atmazlar. Otuz bin sayfa meşki vardır, alayını saklar, manevi gücün farkındadır zira. Bu işten ekmek yemekle kalmaz, hadsiz sevap kazanırsınız ayrıca. Her hattatın sevdiği bir harf vardır, kimi vav, kimi elif, kimi nun.  Ben de "he"ye âşıkım, çünkü Cenab-ı Hakkı hatırlatır insana. İnsan farkında olmadan milyonlarca defa "hu" der, her nefes alışta.  He birçok şekilde yazılabilir,  müstakili ayrıdır, başta başka, sonda başka... EL ELDEN ÜSTÜNDÜR  Hat sanatı son 15 yılda hayli seviye kazandı. Eskiden üç beş hattat vardı, birbirleriyle nadiren karşılaşırlardı, halbuki şu anda Mısır'da yazılan hattı izleyebiliyorsunuz bilgisayarda. Bir yılda göremeyeceğiniz yazı bir günde yıkılıyor ekranınıza. Resimler net, mürekkep akışı bile ortada. Herkesin mahir olduğu bir alan var, hisse alıyorsunuz baka baka. Çine gitmiştim Şian şehrinde bir hattat gördüm, "ütlubü-l ilme velev bissin" yazıyordu itinayla. Kafasını kaldırdı göz göze geldik. Adam işini bırakıp koştu, sarıldı bana. -Hoş geldin meslektaşım, buyur dükkânıma. -Benim hattat olduğumu nereden anladın? -Burası İstanbul değil bir ömür yaşasan üç tane hattat gelir Şian'a. Eh müsaade et onu da tanıyalım ama... Stili çok başkaydı. Ağaçtan bir kalemi var, ucuna ipek tülbent sarıyor. Tülbent mürekkebi tam ayarında bırakıyor, damlatmıyor asla.  Çinliye ipek bağlatan medeniyetin derinliğine bak. İranlılar kedinin gıdık tüylerinden fırça yapıyorlar. Ebruda da at kılı kullanmazsanız olmaz, samur fırça apayrı bir tecrübedir sonra, bunları kim akıl etmiş acaba?  ALTIN ORAN "1.618"  Bakın bütün sır bu rakamda. Ecdat altın oran demiş ona. Yıl 1997... Beyoğlu'nda bir sergi açmıştım ecnebi bir profesör geldi, "Sen" dedi "bu oranı bilerek mi kullanıyorsun?" -Evet. -Niye? -Çünkü Cenâb-ı hakkın yarattıklarında hep o oranı görüyoruz. Altın oran, kusursuz güzelliğin matematikteki ifadesidir. Tabiatımıza uyar, huzur verir insana. Bu kadarını da beklemiyormuş. Artık İslam medeniyetini ne sanıyorsa? Önemli bir tezhipçinin talebelerine altın oran hususunda ders vermiştim. Dersin sonunda "en beğendiğiniz işleri çıkarın" dedim. Ölçtük % 80'inde altın oran var. Tatbik etmiş ama farkına varmadan. Elimiz gözümüz ona gidiyor, içimize işlemiş âdeta. Mimar Sinan'ın eserleri niçin göz okşar? İşte bundan." Detaylar: http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/irfan-ozfatura/588516.aspx

detaylı bilgi
BİR ATÖLYE KURSAK

BİR ATÖLYE KURSAK

Ali Hüsrevoğlu Bizim inancımıza göre Allah her şeyi bilir, her şeyi bütün yönlerinden ve olduğu şekilde bilir. O’nun için gayb yoktur, dolayısıyla bütün zaman ve mekan kayıtlarından ve boyutlarından münezzeh olarak bilmediği hiçbir şey yoktur ve olamaz. Fakat biz öyle değiliz, olmamıza da imkan yoktur. Şimdi öğrenip bildiğimizi sandığımız şeyler zaman içinde olgunlaşmaya, değişmeye, gelişmeye, tashih edilmeye, tamamlanmaya muhtacdır. Dolayısıyla yaptığımız bir çalışma ile böbürlenmek, kibirlenmek, küçük dağları yaratmış havalarına girmek hiçbir zaman hakkımz değildir ve olmamalıdır. Cenâb-i Hak, “büyüklenmek yalnızca benim hakkımdır. Kim kendi bu konuda bana rakip görürse onun belini kırarım” buyurmaktadır.   Bir sanatkâr, eğer kendine bir eser meydana getirmek nasîb olduysa herşeyden önce “Ey kâinatları akılların ve hayallerin tartamayacağı ihtişamda, ihtişamlar içine gizlediğin sonsuz kere sonsuz inceliklerle ve bizim tasavvurlarımıza sığmayacak programlarla yaratan Rabbım, eğer sen benim gözlerime görme kābiliyeti, birbirine çok yakın renkleri ve tonlarını seçme yeteneği, karşıma koyduğum bir çizginin mini minnacık dengesizliğini gözlerime verdiğin denge unsuruyla farkettirmeseydin, ellerimi titrek, kalbimi sabırsız, çalışma ortamını düzensiz kılsaydın ben bu eseri meydana getiremez, şu fâni dünyadan göçtükten asırlar sonraki nesillere mesaj bırakamazdım. Bu eseri meydana getiren kābiliyetler sistemini ve bu kābiliyetleri  işleten enerjiyi yaratan ve veren bizzat sensin. Bu sebeple ben sana sonsuz hamd ü senâ borçluyum” diyebilse hiç şüphesiz ki kendine yakışanı yapmış  olur. Eğer Allah bu eseri beğenmiş, “sâlih amel” kapsamına almış  ve kabul etmişse gelecek nesillerin gönüllerinde bu san’atkâr kulu için sevgi ve ilgi yaratmayı üstlenmiş demektir. Buna delil istiyorsanız Meryem Suresinin doksanaltıncı ayetine bakabilirsiniz: “Îmân eden, yani Allah’ı kendine güvendirenler ve sâlih amel işleyenler için Rahmân gönüllerde sevgi yaratacaktır”.   Sâlih amel ne demektir? Biz bunu namazı dosdoğru kılmak, gününde oruç tutmak, malının zekâtını vermek.. ten ibaret zannederiz. Halbuki bunlar ibâdet kapsamında olan davranışlardır. Ahlâk olarak insanlığı yaşatan, ayakta tutan asil bir davranış, intikam ve cezaya muktedirken affetmeyi başarabilmek, kendine vermeyene vermek, senden ilgisini kesene ilgisini devam ettirmek sâlih ameldir. Eğer sanayici isek, ürettiğimiz ürünü dünya piyasalarında itibarlı ve vazgeçilmez bir kalitede üretiyorsak bu sâlih ameldir.   Şimdi san’ata gelelim. Birçok örnek içinden Osmanlı döneminin son hattatlarından Sâmî Efendi’yi bu yazıda örnek olarak sunmak istiyorum: Muâsırı olan birçok meslekdaşından her bir tasarımına gösterdiği olağanüstü özen ve titizliğe ilave olarak belki o vakte kadar birçok san’atkârın düşünmediği bir “istişâre ve paylaşım atölyesi”ni evinde kurmuştu. Kendisini dâmâ rahmetle andığımız Osmanlı’dan Cumhuriyet’e köprü insanlardan biri olan büyük üstad Süheyl Ünver yetmişli yıllarda bir yıl kadar çıkabilen Kök dergisinde Sâmi Efendi hâtırâtını anlatırken şunları naklediyor: “Yeni yapmayı düşündüğü bir eser üzerinde en az bir hafta ön çalışma yaptıktan sonra istife ilk şeklini verir, üç hafta süreyle o çalışmayı gözünden uzak tutar. Çünkü böyle bir çalışmada göz alışmıştır ve hataları görmez. Üç hafta sonra o çalışmayı raftan indirir ve tekrar zihninde en küçük pürüz kalmayıncaya kadar olgunlaştırır. Bu da günlerce sürebilir. Fakat bu kadar çalışma Sâmî Efendiyi iknâ etmeye yeterli değildir. Emsâli olan meslekdaşlarını o eserin yemeğine davet eder. Herbirine ısrarla ve vebal yükleyerek bu çalışmada bir eksiklik, kusur, kural dışı bir şey görüyor musunuz diye sorar ve samimi tenkidlerini bekler. Herkes görüşünü paylaşır, bunlar içinde değerlendirmeye alınmayı hakedenler değerlendirilir ve eser üzerinde son çalışmalarını tamamlayıp kalıbı hazırlanır ve zerendud ustasına teslim edilip eserin altın elbisesi içinde arz-ı endâm etmesi beklenir. Bu süreç, Sâmî Efendinin bütün eserleri için geçerlidir. Zaman zaman keyif alacağı şeyler yapar. Yeni yaptığı bir tasarım çalışma masasında açık durmaktadır. Gönül dostu hattat arkadaşı Ömer Vasfi Efendi gelirken Sami Efendinin görevlendirdiği kişi ondan saklar gibi yaparak hemen masa üstündeki yazıyı dürüp kaldırmaya yeltenirken Ömer Vasfi Efendi üzerlerine panter gibi atlar ve yazıyı saklamasına fırsat vermez ve hayranlıkla seyreder. Sâmî Efendi bundan büyük keyif alır. Sâmi Efendi her gelen müsâfiriyle birlikte eskilerin şablak dedikleri ve bugünkü fincanların yaklaşık iki katına denk gelen fincanıyla kahve içer, hiç de eli titremez. Nüktedandır. Anlattığı bazı fıkraları dinleyenler arasında gülmekten dengesini yitirenler olur, fakat kendine hâkimdir, hiç gülmeden durabilir. Bu kısa mahabbetin maksadı şudur ki, bu aziz vatanda ölü toprağı Allah nasıl yeniden diriltip hayata kavuşturuyorsa Kur’ân’a ve Sünnete hizmet aracı olan bu Hat San’atını da nice gâile ve felâketlerden sonra yeniden diriltti. Allah’a minnetdârız. Bu nimete şükretmeyi hiçbir zaman unutmadan yaptığımız yeni ve ana fikir taşıyan çalışmalarımızı emsâlimizle ve talebelerimizle paylaşıp, daha özgün ve daha etkili eserler meydana getirmeye çalışsak, paylaşma duygusunu yaygınlaştırıp bu güzelliklerin ve değerlerin daha fazla vicdanda yankı bulmasını sağlasak herhalde Allah’ın bu nimetine daha lâyık bir teşekkürü sunmuş oluruz. 

detaylı bilgi
HAT DERGİM DE AHMET ZEKİ YAVAŞ İLE HÜSN-İ HAT SOHBETİ

HAT DERGİM DE AHMET ZEKİ YAVAŞ İLE HÜSN-İ HAT SOHBETİ

Direk klasik soruya geçeğim, hattatlığa nasıl başladınız? Sanata 11 yaşında başladım. İmam hatip birinci sınıfta iken Rize’den İstanbul’a Hattat Hamit Aytaç’a geldim, meşke başladık. Yazları 4 ay, 15 tatilde de 1 ay 1977-78-79 yıllarında ders aldım. 1980-81-82’de de ders gösterebildim. Hastaydı, ağır hastaydı kendisi, Allah rahmet eylesin.  Daha sonra Medine- i Münevvere’den mektupla ders aldım.  İstanbul’da da Osman Özçay’dan ders aldım. 1997’den bu güne kadardır profesyonel olarak bu sanatı icra ediyorum.   Peki, hattatlığı nasıl tanımlarsınız? Hat sanatı için şöyle diyorlar, “Hat sanatı cismani aletlerde meydana getirilen bir mühendislik harikasıdır”. Yani mühendislik değil ama ruhen bir mühendislik. Şöyle diyeyim, dünyevi aletlerle kalem, mürekkep, kâğıt gibi metalardan oluşan aletlerle meydana getirilen ruhani bir mühendislik harikası. Harflerin kıvrımları, ölçüleri her şeyiyle beraber Cenab-ı Hakk’ın yaratışına özel bir tasarıma sahip. Dolayısıyla da cismani aletler ile meydana getirilen bir mühendislik harikasıdır yani hat sanatı ruhani bir hendesedir. Nasıl ki Cenab-ı Hak insanları yarattı, hayvanları, tabiatı vs. Cenab-ı Hak kendi sözlerini, Efendimiz s.a.v’in güzel sözlerini yansıtan bir yazıyı da özellikle yarattı. Dünya üzerinde başka yazılarda böyle bir güzellik asla yok. Kısacası yine hat sanatı ruhani bir hendesedir mühendislik sanatıdır.  Siz mesela mühendis oluyorsunuz, bir şeyi ölçe ölçe, biçe biçe mühendis oluyorsunuz. Her yönüyle bir matematik hesabı var, kâğıt üzerinde aklen, fiziken siz bunu ölçüyorsunuz yani ölçüsü var vs.  Bizim sanatın da ruhen bir mühendisliği var. Yani siz bir Vav’ı, He ’yi, Nun’u yaparken binlerce defa yapıyor çalışıyor meşk ediyorsunuz. Bu harflerin nokta ile ölçüleri var, bu noktalama unsurları hesap ölçüsüdür onları siz kullanmadan bunu yazıyorsunuz. Yani bir mühendis ölçerek, biçerek, yazarak, çizerek, silerek yapıyor ama biz tamamen kendi aklımızdan, kafamızdan, beyin melekemizden mühendislik yapıyoruz diyelim.   Peki, hat tarihi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Hüsn-i hat tarihi öncelikle İkra emrinden başlıyor. İkra nedir bilir misiniz? İkra, oku. Allah-u Teala, Efendimiz A.s’a Cebrail’i yolluyor İlk emir ikra, oku. Neyi oku? Kur-an’ı Kerim’i oku. İkra bismi rabbikellezi halak. Yaratan Rabbinin adıyla oku diye. Hat sanatı oradan başlıyor diyelim. Ama daha öncesinde yazı var mı var, bir hat var mı var, bir Arapça yazı var mı var. Hat sanatı için; Cenab-ı Hakk’ın en güzel sözlerini, S.a.v’in en güzel sözlerini yani güzel olan şeyleri, sözleri daha güzelleştirmek amacıyla meydana getirilen sanattır diyelim. Yani güzelleştirme.  İslam dininin felsefesinde şöyle bir şey var: Nasıl tabir edelim, İslam’ın estetik anlayışı çirkini güzel, güzeli daha güzel yapmaktır. Dolayısıyla siz o estetik anlayışa, o ruha bulaştığınız zaman, onun içerisine girdiğiniz zaman, İslam’a girdiğiniz zaman, bu durum İslam olmak, çirkini güzel yapıyor, güzeli daha güzel yapıyor, dolayısıyla hat sanatı diğer sanatlardan daha da güzeldir. Oradan başlıyor yani o felsefeden başlıyor.   Hat sanatı nasıl yapılır, kısaca anlatır mısınız? Hat sanatı için önce tabii bir cümleyi, seçmek lazım. Hani dedik ya güzel olanı daha güzelleştirmek, hat sanatı için öncelikle güzel bir söz bulmak lazım. Kelam-ı kibar olur, hadis-i şerif olur, ayet-i kerime olur vs. Tabii hat sanatını önce bir tahsil etmek lazım, meşk etmek lazım şüphesiz. Bir kâğıt, bu kâğıt nasıl bir kâğıt öncelikle asitsiz bir kâğıt olması gerekiyor. Yani o kâğıda yazılan şeyin binlerce yıl yaşaması gerekiyor. Çünkü bir sanat eseri oraya aktarıyorsunuz, kalıcı olması lazım ki biz 2000-3000 yıllık kâğıtları biliyoruz. Dolayısıyla bunlar zamanında yapılmış, herhangi bir kimyevi maddeye uğramadan yapıldığı için bozulma, deformasyon olmamış. O kâğıdın üzerine biz işlem yapıyoruz, nişastadan, yumurta akından, şaptan vs. bunlardan karıştırıp bir sıvı yapıp bunun üzerine sürüyoruz. Birer hafta arayla 3’er kat, 4’er kat, 5’er kat sürüyoruz. Ondan sonra biz bu kâğıdın üzerini düzeltiyoruz. Akik taşı veya düzgün bir camla düzeltiyoruz ve en az 6 ay bekliyoruz, 6 ay sonra siz yazabilir hale geliyorsunuz. Mesela 1 yıllık, 5 yıllık, 10 yıllık kâğıtlara daha kolay yazılıyor. Ne ile yazıyorsunuz? Tabiatta bulunan kamış diye tabir ettiğimiz  ağaçtan kalem yapıyoruz, ondan sonra onunla yazıyoruz. Ne ile mürekkep ile. Mürekkebi nasıl yapıyoruz? Herhangi bir is üretiyoruz, bunlar normal bir yerden aldığımız is değil. Diyelim bir bezir yağı, meşe odununun isinden faydalanıyoruz. ateşi yakıyoruz, kocaman bir tenekeyi  ters çevirip ateşin üzerinde bekletiyoruz alevlerin oluşturduğu isi bekliyoruz, daha sonra bu isi  kazıyıp alıyoruz. Mayalı hamurun içine koyuyoruz is tozlarını bu hamurla kapatıyoruz. Pişmesi için fırına veriyoruz. Bu pişmeyle o isin yağı alınıyor. Ondan sonra siz onu alıyorsunuz. Bir havana koyuyorsunuz. Biraz Arap zamkı ve biraz su koyuyorsunuz. 2 milyon, 3 milyon defa tokmaklıyorsunuz, dövüyorsunuz, inceltiyorsunuz ve karıştırıyorsunuz, mürekkebi sallansın, incelsin, olgunlaşsın diye ben top oynarken  paçama koyardım. Bir başka hocamız trenin dönen mekanizmasına koyar. Eskiler yük develerine koyarmış, atın sırtına veya herhangi bir yere asarmış, sallansın diye. İçerisine mini mini bilyeler koyuyoruz, ince tozlar partiküller haline gelsin diye. Kimi makinelere koyuyor. Sallanan bir mekanizmaya koyuyor. Böyle bir mürekkep, böyle bir kâğıt, böyle bir kalem. Metal kalemler var mı, eh var diyelim, Bunlardan mamul şeylerle... sizin de bilgilerinizle ustalığınızla yazıyı oturup yazıyorsunuz.   “Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta da zayidir.”   Malzeme kalitesi ne kadar etkiliyor? Ne dedik? Binlerce yıllık kâğıtlar var. Bu ne demek, siz sıradan, bakkaldan aldığınız A3 kâğıdına veya kırtasiyeden aldığınız kartona yazdığınız yazı 30 yıl, 40 yıl gitmez bile, dağılır. Dolayısıyla siz bunu tarihe mal olacak şekilde yazmanız lazım ki sanatız hayatta kalsın. İnciller, Tevratlar bulundu, 3000 yıllık kâğıtlar bulundu. Sıradan şeylere yazılmadı. Ceylan derisi üzerine, ağaç üzerine yontularak yapılan kâğıtlara vs. Şimdi birde ağaç kabuğu, saman tozları, farklı otlar, muz kabuğunu, soğan kabuğunu toz hale getiriyorlar. Bunu karmaşık bir şey yapıyorlar. Ağaç reçinesiyle beraber bir süzgecin üzerine döküyorlar. Ondan sonra suyu gidiyor, presleniyor kâğıt oluyor. Eskiden kâğıdı böyle yapıyorlardı. Yalova’da, bir kâğıt müzesi var. Orda da şu an yapıyorlar. Yalova’ya gittiğinizde görürsünüz. İlk matbaayı  Yalova’da İbrahim Müteferrika kurdu. Yine orada bir kaç köy var kâğıt üretirmiş eskiden. Ama bu kâğıdı ilk bulanlar Çinliler, biz öyle biliyoruz. Hâlbuki onlar değil. Cenab-ı Hakkın ilmine dayanıyor. Sırasına göre Cenab-ı Hak peygamberler ile haberleri vermiş. Dolayısıyla o günle, Adem A.s. zamanında da kâğıt vardı. Ama neydi, ceylan derisi, çok ince yontulmuş yongalar üzerine, çok sağlam yapraklar vardı onlar üzerine vs. çünkü yazı var. Âdem A.s zamanında da yazı var. Âdem, İdris As. Ne diyor “İdris Nebi hulle biçer Subhan Allah deyu deyu”. Hülle ne giysi, terzi idi.   Kaç çeşit hat sanatı vardır? Aklam-ı sitte deniliyor, 6 kalem. Ana yazı çeşitleri 6 tane ama bugün biz yazı çeşitlerini saydığımız zaman 50’yi geçer, 50-60 arasında bir sayı olur. Ama bizim bugün kullandığımız nesih hattı, rika hattı, sülüs hattı, talik hattı, divani hattı, icaze hattı, reyhani, tevki  vs. bunlar 50 taneye kadar çıkıyor.   Hat sanatının ince noktaları nelerdir? Ruhani bir hendesedir dedik ya düşünebiliyor musunuz, manen bir mühendis var ama bir de ruhen mühendis var. En ince tarafı budur. Bir de incelik tarafı şu diyelim: (meslek sırrı gibi, ustalarda falan olur ya) bu hep sır, baştanbaşa sır. Siz bunu şöyle göreceksiniz, bir yabancı ressam hat sanatının karşısına gelmiş, seyretmiş, uzunca uzunca bakmış, birine bakmış, öbürüne bakmış, “işte resim bu” demiş İncelik burada yine bir ressam hat levhasının karşısına geçmiş, incelemiş, bizim resim sanatında gelmek istediğimiz noktaya hat sanatı yüz yıllar önce gelmiş. Bu ne demektir, dünyaca ünlü ressam Picasso, Van Gogh gibi bu isimler diyor ki bu sanat bizden yüzlerce tekamül etmiştir.   Hat sanatından sonuç olarak para kazanılıyor ama sadece para için yapılmasını doğru bulmuyorsunuzdur. Şimdi şöyle ifade edeyim. Tarihe de baktığımız zaman diyelim bizim cami hocalarından da hattat var. Ben de imamlık yapmadım ama yapsaydım oradan da bir para alırdım hem sanatımı devam ettirirdim falan filan. Ama şöyle bir söz var. Diyor ki “Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta  zayidir. Siz bir marifet yapıyorsunuz, bir bir yazı ortaya koyuyorsunuz, bir sanat eseri ortaya koyuyorsunuz. O marifetin iltifat görmesi lazım. Bu iltifat ne ile olur? Allah razı olsun, elinize sağlık, çok güzel oldu falan filan değil ücretini verir alırsınız. Bu iltifat oldu. Sonrasında da “müşterisiz  meta zayidir”. Siz bir sanat eserini ürettiniz, onun da müşterisi yok. Üret üret üret nereye kadar? Şimdi benim diyelim evde koleksiyonum var çocuklarıma bıraktığım. 30 tane 40 tane. sakladım ama her ürettiğinizi saklayamazsınız mecburen satmak zorundasınız.   “Al bu parayı koy cebine, bana öyle hiç kimse gelip bir şey teklif etmedi.”   Hattın kolaylığını ya da zorluğunu nasıl tarif edersiniz? Herkes yapabilir mi? Cenab-ı Hak bütün insanlara farklı hususiyetler vermiştir. Benim bir oğlum var, 24 yaşında, mimarlık okuyor. İlkokul 4. sınıftayken baba ben mimar olacağım. Allah Allah dedim, lise 2’ye gittiğinde ben Yıldız Teknik Üniversitesi’ni kazanıp oraya gideceğim dedi. Allah Allah iyi dedim. İmtihan oldu tutturdu orayı gitti şimdi bu sene bitiriyor, Allah’a şükür. Öbür oğlum imam hatip okuyor. Lise 2 okuyor derslerinde de çok başarılı değil. Oğlum geçecek misin bu sene. İnşallah diyor baba. Şimdi o kalkıp, bir mimar, bir doktor vs. bir şey olacak değil. Bu ülkeye bir kasapta lazım, berber de lazım. Onlar için bir diploma istemiyorlar. Gidersin bir berber de çalışırsın değil mi, onlar da ev geçindiriyorlar. Çoluğu var çocuğu var. Gayet de güzel. İş berekette. Bakın para da değil. Buraya diyelim 3 kuruş girdi. O 3 kuruş 3 günde de biter,30 günde de biter. Cenab’ı Hakkın vermiş olduğu berekete bağlıdır. Oğlum mimar oldu becerisi o yönde. Diğer oğlum araba tasarımı yapıyor. Müthiş tasarımlar yapıyor. Araba tasarımcıları buraya geldi tevafukken, gösterdim ben. Bizimle çalışsın diyorlar, okul okusa da okumasa da fark etmez bizimle çalışsın diyorlar.   Herkese Cenab-ı Hak farklı hususiyetler vermiş, insanlar o yönde yürüyecek ama bunu kullanmayan insanlar da mı var diyelim, maalesef var. Onu da kullanmıyorlar. Bu yeteneği geliştirmiyorlar. O anlamda hat sanatı insan zorla yapabilir miyim diye zorlayabilir. Benim hiç resim kabiliyetim yok, benim hiç çizim kabiliyetim yok diyen insan hattat olmuş. Azim. Mesela bir hattatımız 5 sene rabbi yessiri çalışmış. Hiç yılmamış. Hocası her gelişinde kovacakmış, hocası da sabretmiş. Olacak ya. Şu an iyi hattatlardan biri.   Bir esere başlarken en çok neye dikkat ediyorsunuz?   Bir esere başlarken önce kendi ruh hailimize bakıyoruz. Diyoruz ki, ben tamam mıyım? Ne yazacağım? La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin yazacağız mesela. Yunus Aleyhisselam ’ın kurtuluş duasıdır. Önce biz ruh halimize bakıyoruz, acaba ben bunu yazacak ruha sahip miyim? Bedene sahip miyim? Amele sahip miyim? O psikolojiye sahip miyim? Ondan sonra oturuyorsunuz bismillah deyip yazıyorsunuz.   Ruh haricinde ortam ya da zamanın önemi var mı?   Siz bunu yapmak zorundasınız. Ortam diye bir şey yok. Siz bunu yapmak zorundasınız. Bir ara bir yerde oturdum yanımda çalışma eşyam yoktu. Masam yoktu işte bir yatak, sandalye falan. Gidiyorduk bahçesi var falan diye. Orada da 3-4 tane tahtayı birleştirdim. Masa yaptım kendime, al sana bir ortam dedim. Şimdi bu işin zamanı, mekânı, ortamı, şusu busu yok.   Elinizde ağırlık taşımamaya dikkat ediyor musunuz? Hattatlar dikkat edermiş, yazı ayarı bozulmasın diye. Eskiler bunu der ama bazı eski hattatlar eli kuvvetlensin diye gidip baltayla odun yararmış insandan insana değişiyor. Ama şüphesiz ki kolu yormamak lazım, eli yormamak lazım. Bizim bir hattat hocamız vardı. Pazara gidiyor caddede karşıdan karşıya geçiyorken tevafukken rastladım. Bir kemer almış. Asker palaskası gibi kancaları var, poşetleri oraya takmış. Elleri bomboş gidiyor.   Şu ana kadar ortalama kaç hat eseri yaptığınız hakkında bir rakam verebilir misiniz? Bir sayı aklımda yok, hiç de düşünmedim bile. Çoktur.   Hattın erkek ve kadınlarda yaygınlığı nedir? Kadınlar yadırganıyormuş gibisinden daha önce röportaj yapılmış. O yanlış bir defa. Cenab-ı Hak Kur’an da, ey kadınlar diyor, ey erkekler diyor. O ayrımını yaratılışa göre yapıyor, bölüyor. Ey müminler de diyor, ey insanlar da diyor, öyle değil mi? Böyle bir ayrım da yapıyor. Mümin dediği zaman, kendine ibadet edenleri, inananlara hitap ediyor, insanlar dediği zaman tümüne hitap ediyor. Şimdi kadınların görevi farklı, erkeklerin görevi farklı, amma burada bir ayet yok, hadis de yok, kadınlar bunu yapmasın diye. Böyle bir şey yok. Kadınlar da bunu yapmasın diye bir şeyi çıkartmak o da fitnedir. Böyle bir şey de olmaz. Bugüne kadar güzel hat sanatı icra eden kadınlar var. Bizim İstanbul Klasik Sanatlar Merkezinde 220 tane talebemiz var. 50 tanesi, 55 tanesi hat talebesidir. Bu hat talebelerinin 30 tanesi bayandır.  N’olacak? Bayanlar gelmesin mi buraya diyelim? Yani böyle bir şey diyelim mi? Yok diyemeyiz. Dolayısıyla kadınlar da erkekler de hattat olabilir, bir sıkıntısı yok.   Hat sanatını öğrenmek isteyenlere nasıl yardımcı oluyorsunuz ya da nereden başlıyorlar? Bir hattatın dizinin dibinde oturacak. Haftada bir 1 satır dersini alacak. Ondan sonra rabbi yessir ’den başlıyor, Rika sanatından başlıyor. Hattat olana kadar devam ediyor. Bu ne kadar sürüyor? Bugünkü yaşayan hattatlarımızdan şöyle bir örnek verelim. Kimi 5 yıl, kimi 7 yıl, 8 yıl, kimi 10 yıl ders alarak, kimi 15 yıl ders alarak bu işle ilgili icazetini alıyor.   Yani ustalık ve çıraklık kesin olarak var diyebiliriz. Hz. Ali Efendimiz “Hüsn-i Hat sanatı hocanın öğretişinde gizlidir” demiş. Şüphesiz bir hocadan ders almak gerekiyor.   Rika’dan başlamak şart mı? Hoca mı sen şunu yap diyor, talebe mi seçiyor? Hepsini öğrenmemiz mi gerekiyor geldiğimiz zaman? Yok, Talik ’ten de başlıyor...Ben mesela Nesih’ten başladım. Ama bu işin usulü Rika’dan başlamaktır. Bugün Rika lazım oluyor mu? Hayır, hiç olmuyor. Sanat eseri olarak da pek kullanılmıyor. Ama Osmanlı geleneğinde Rika yazısını günlük yazı olarak kullandıkları için öğretmiş. Nesih’ten başladım. Sülüs ’den. Divani ’den, Talik ’den devam ettim.   Siz 11 yaşında başladığınızı söylediniz. Yaş sınırı var mı başlamanın? Yok, bir yaş sınırı yok. 60 yaşında bir talebe var. Hatta başladı 2 yıl önce. Gayette güzel gidiyor. Ben 50 yaşındayım. Ben bugün hattat olmamış olsaydım ben de gider müracaat ederdim.   Dijital bilgisayar alanındaki gelişmeler, mesela şu an sizin önünüzde Mac bilgisayarlar var. Illustrator, Photoshop, Indesign gibi programlar var. Bu hat sanatına yaklaşımı nasıl etkiledi? Şimdi siz bir tane Elif yapıyorsunuz. Buraya koyuyorsunuz, vektörel yapıyorsunuz. Bir tane Nun yapıyorsunuz. Buraya koyuyorsunuz. Bir tane de Vav yapıyorsunuz. Buraya koyuyorsunuz. Bilgisayara atıyorsunuz. Illustrator ’e, Photoshop ’a. Elif’i buraya koyuyorsunuz . Lam’ı da buraya koyuyorsunuz. Mim’i de buraya koyuyorsunuz. Siz onu kompozisyon yapıyorsunuz. Onu uydurmak için yine burada yazıyorsunuz. Uzatacaksınız, çekeceksiniz, biraz daha küçük, biraz daha farklı olacak falan filan. Bunu yazıyorsunuz, tarıyorsunuz, vektörel hale getiriyorsunuz. Ondan sonra oraya atıyorsunuz. Kompozisyonunuzu burada yapıyorsunuz. Ha onu yaptıktan sonra ne yapıyorsunuz onu copy edip yazıyorsunuz. Diyelim ki eskiden, ben 97’den beri bilgisayar kullanıyorum ama 2003’de, Photosop ’u, Illustrator ’ü bu sanat anlamında kullandım. Daha önce fotoğrafta kullanıyordum. Şimdi böyle bir kolaylıklar var. Şöyle Cenab-ı Hak bir kuluna bir nimeti verdiği zaman onu üzerinde görmezse geri alır. Dolayısıyla siz 5 gün manuel uğraşacaksınız bir kompozisyon yapmak için. Ama bilgisayarda 1 günde yapacaksınız Bu nimetten niye faydalanmayalım ki? Faydalanıyoruz.   Hat sanatınız bir kâğıtla başladığını söylemiştiniz, asitsiz bir kâğıt. Kâğıt dışında icra etmek için ortalama ne kadar süre gerekiyor? Hat sadece kâğıda icra edilmiyor değil mi? Bir kâğıt kullanıyorsunuz, mürekkep bir de hat bilginiz var. Onu kullanıyorsunuz.   Tablo şeklinde veya mozaik gibi yapılmıyor değil mi? Metal kesim yapılıyor, deri kesim yapılıyor, ahşap kesim yapılıyor, önce... Bunun farklı sanatları var ama asıl uygulandığı yer kâğıttır. Orijinalini siz kâğıt üzerine uygularsınız.   Hat sanatını yaparken günümüze gelen örnekler sizi ne derece etkiliyor? İlham veriyor mu ya da? Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam ’ın, İkra emrinden sonra ilk hattat Hz. Ali Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam ’da birçok hadisi şerifi var. Güzelleştir, şunu böyle yap diye tavsiyeleri var. Asr-ı Saadet ’den sonra, Yakut El Musta’simi diye bir hattat geliyor. İlk defa o zaman kalemin ucunu sola kesiyor. Bunu üsluplaştırıyor, bu yazıyı üsluplaştırıyor. 15. yy’da Şeyh Hamdullah diye biri geliyor. O da noktalama unsurlarını getiriyor. Ruhani hendeseyi katıyor. 15. yy’dan sonra, 16-20. yy. arasında farklı tekâmüller oluyor. Yani bir Sami Efendi geliyor. Yazının bugünkü celi sülüs, son şeklini veriyor ki biz oradan ilham alıyoruz. Bir Şevki Efendi geliyor. O da Nesih’te en üst zirveyi yakalıyor. 17. yy’da,18.yy’da,19.yy’da. Bu sanatkârlardan da biz istifade ediyoruz. Ha bugün hat sanatına bir geliştirme mi yapalım? Tekâmül mü uygulayalım? Hayır, böyle bir şey yapamayız. Böyle bir şey doğru da değil. Nitekim kitaplarda yazan 2. Beyazıt zamanında Şeyh Hamdullah’ın İstanbul’da bir inzivaya çekilerek Hızır Aleyhisselam ile beraber hat sanatını tashih ettiği, bugünkü durumunu getirdiğidir, bu kitaplarda yazar. Ondan sonra zaten bunun üzerine bir çalışma, bir tasarruf olacağını zannetmiyorum. Farklı yazı çeşitleri geliştirilebilir belki ama kabul görmez.   Hat sanatının Türkiye’deki yerini nasıl buluyorsunuz? Bizim burada 220 talebemiz var, bazıları şehir dışından geliyor. İstanbul hat sanatının başkenti. Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazir oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Bu dosdoğrudur. Bugün özellikle İstanbul’un fethinden sonra başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere bütün sanatkârları İstanbul’a getirmesi hasebiyle bu sanat İstanbul’un sanatı olmuştur. Her ne kadar Arap harfleri olsa, Kur’an harfleri de olsa biz Müslümanız. Bu harfleri terk edeli de henüz şurada 100 yıl oldu. Bugün Türkler, hattatlar dünyada hep birinci oluyor. Bizim Güney Afrika’dan, Japonya’dan, Rusya’dan her yerden talebemiz var. Bu sanatın sahibi Anadolu’da yaşayan insanlardır.   Yani Türkiye’yi tanıtıyor diyebiliriz hat sanatı? Tabii ya. Herkes öyle biliyor zaten.   Hat sanatı sizi nasıl biri yaptı? Bilmiyorum nasıl biri yaptı. Hat sanatı bir defa terapi sanatıdır. Biz kendimizi ayarlayabiliyoruz. Biz kendimizi ayarlayabilir konumdayız diyelim. Sabırla. Ancak böyle diyebiliriz.   Hat dışında başka çalışmalarınız? Fotoğraf çekiyorum, film çekiyorum.   Son olarak bir mesajınız var mı? Allah’a emanet olun.

detaylı bilgi
HAT SANATINDA ARMUDÃŽ İSTİFLER

HAT SANATINDA ARMUDÃŽ İSTİFLER

ÖZET   Hat sanatı, bir ibarenin çok farklı kompozisyonlarla yazılmasına imkân sunan bir sanattır. Tarih boyunca besmele, muhtelif ayet ve hadislerle kelâm–ı kibar kabîlinden pek çok ibare, sayısız şekillerde yazılarak bu sanatın sağladığı tasarım alternatifleri değerlendirilmiştir. Esasen ilk bakışta katı kaidelere bağlı bir sanat olarak telakki edilmesine mukabil, hat sanatı, bir o kadar esnek olup sanatkârı sınırlandırmayan bir mahiyet arz etmektedir. Dolayısıyla hattatlar, estetiğin evrensel ilkelerine ilave olarak bu sanata has olan kaidelere de riayet etmek durumunda olmalarına rağmen alternatif şekiller ve kompozisyonlar üzerinde heyecanla çalışarak yepyeni terkipler ortaya çıkarabilmişlerdir. Bu şekiller arasında sıklıkla tercih edilenlerden biri de armut formudur. Muhtelif yüzyıllarda yaşamış farklı hattatlar, armudî formu esas alarak bazen aynı ibareyi bazen de farklı ibareleri istiflemişlerdir. “Ikra’ bismi Rabbik…”, “Qul huvallâhu ahad…”, “Vemâ rameyte…”, “İnnâ fetahnâ…”, gibi âyetlerin, “Rabbi yessir…” gibi duaların, “Âh mürüvvet”, “Amân meded”, “Amânyâ Huseyn meded” gibi istimdat ibarelerinin yazıldığı levhalara ilaveten, armut formuna eklenen yaprak kısımlarına uzunca metinlerin oldukça dengeli bir şekilde istiflendiği levhalara da rastlanmıştır. Bu tasarımlarda ağırlıklı yazı çeşidi olarak “celî sülüs” tercih edilmiştir. Bununla birlikte bazen “celi divanî” örnekler de karşımıza çıkmaktadır. Bu tebliğde, genel anlamda meyve formundaki kompozisyonlara temas edilecek ve ağırlıklı olarak ise armudî kompozisyonlar ele alınacaktır. Türk-İslâm kültüründe ve sanatında “armut” ve “armudî şekil” konusu üzerinde durulacak, ayrıca armut formunun tasarım ilkeleri bakımından tahlili yapılacaktır. Bu tarz istifler yapan hattatlardan da bahsedilerek, varsa şekil ve metin içeriği arasında bağlantı kurulmaya çalışılacaktır.   1. GİRİŞ Meyvelerin her biri çeşitli şekil ve renkte olup farklı lezzet ve vitaminler ihtiva etmektedir. Beden sağlığı için çok gerekli ve önemli Kabul edilen meyveler, farklı iklimlerde ve coğrafi şartlarda yetişme imkânı bulur. Her mevsimin ve her bölgenin kendine mahsus meyveleri vardır. Bununla birlikte, bazı meyveler sadece çok sınırlı bir bölgede ve nispeten az miktarda üretilebilirken bazı meyveler adeta global özelliktedir ve dünyanın her bölgesinde bulunabilir.  İnsan hayatının vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri olan meyvelere çeşitli kültürlerde muhtelif anlamlar yüklenmiştir. Bunun kaynakları dinî bir inanca veya kültürel bir temele dayanabilir. Dinî veya mitolojik bakımdan zengin anlamlar kazanan meyvelerin sembolik değeri de fazla olmuş ve bu semboller mimari, el sanatları gibi alanlarda bolca kullanılmıştır. Pek çok dilde ve Türkçe’de meyvelerle ilgili atasözü ve deyimler de ortaya çıkmıştır. Konumuzla ilgili olarak Türkçe’de yaygın olarak kullanılan armutla ilgili atasözleri ve deyimler şunlardır: “Armut piş; ağzıma düş!”, “Armudun iyisini ayılar yer.”, “Armudun sapı var, üzümün çöpü var demek”, “Elmayla armudu toplamak”, “Armut dibine düşer.”, “Armudu soy da ye; elmayı say da ye!”, “Armut gibi olmak”, “Armudun önü, kirazın sonu”, “Benim elim armut toplamıyor.” vb. Ayrıca Anadolu kültüründe çocukların nazardan korunması için kullanılan armudiye nazarlıklar ve armudiye tılsımlar vardır. İçinde armudun geçtiği türküler de folklorik birer unsurdur.  Rüyada armut görmenin neye yorulabileceğiyle ilgili olarak da muhtelif rivayetler vardır. Cafer- i Sadık (r.a.)’a göre rüyada armut görmek beş şekilde tabir edilir: Helal mal (rızık), zenginlik, iyi bir eş, murat ve menfaat. Kadının armut görmesi, bir çocuğu olacağına delalet eder. Rüyada armut yiyen kimse mal ve nimete erişir. Armudu ağaçta görmek başarının habercisidir. Resim sanatındaki meyveli natürmortlarda, karakalem desen çalışmalarında armut, en çok rastlanan figürlerdendir. İslâm sanatında da gerek mimari gerekse diğer plastik sanatlarda armudî formları sıkça görmek mümkündür. Kubbe ve külah alemlerindeki bilezik ile boyun arasındaki kısım “armut” olarak isimlendirilir. Yine tezyinatta natüralist üslupta veya stilize edilmiş vaziyette armudî formlara çokça rastlamak mümkündür.  Tasavvufi tarikatların sikke formları tafsilatta bazı farklar arz etse de esas şekil itibarıyla armudî formu andıran şekillerdedir. (Şekil 1) Hat sanatında her tarikat önderinin ismi bu hususi şekillerde tasarlanarak yazılmıştır. Bunlarda esas form altta geniş, eliptik bir kaide (sarık kısmı), üstte de daha küçük ölçekli bir külah şeklindedir. Bunu geometrik olarak stilize edecek olursak, altta yanyana iki daire, üstte ortada bir daire şeklinde çizebiliriz. (Şekil 2) Bu şekil ise bize hemen çintemani formunu hatırlatacaktır ki bu, Türk- İslâm kültüründeki önemli güç sembollerinden biridir. (Şekil 3)  Aynı stilize formu karelerle çizecek olursak, yani altta yanyana iki kare, üstte ortada tek kare olduğunda karşımıza iki taraflı basit bir basamak şekli çıkacaktır. (Şekil 4) Bunu da tasavvuf kültüründeki “merâtıp” (mertebeler, basamaklar, “insan-ı kâmil”e ve Hakk’a giden yol, tarikat) olarak yorumlayabiliriz. Yani bir anlamda, piramidal şekilli olan armudun en alttaki kısmı geniş kitleleri, avam tabakasını ve “nefs-i emmâre”yi, “nefs-i levvâme”yi daha sonra “nefs-i mülhime”yi temsil ederken; yukarıya doğru çıkıldıkça “havas”tan da “ehassu’l- havas” mertebesine ulaşıncaya kadar katedilmesi gereken “nefs-i mutmainne”, “nefs-i radiyye”, “nefs-i mardiyye” ve nihayet zirve kısmının da “nefs-i safiyye”yi temsil ettiği söylenebilir. (Şekil 5)  Armut şekli, estetik bakımdan da son derece dengeli ve gözü rahatlatan bir şekildir. Alt tarafının geniş, üst tarafının ise yumuşak hatlarla daralan bir şekilde olması, sağlamlık, ahenk ve nispetlilik hisleri uyandırmaktadır. İşte bu özellikleri ve aynı zamanda istif yapmaya elverişli olması sebebiyle armudî form hat sanatında da değerlendirilmiş ve muhtelif hattatlar tarafından çok sayıda armudî hat levhası ortaya çıkarılmıştır. Bu Makalenin devamın ve diğer makaleleri okumak için buraya tıklayın.

detaylı bilgi
Makale